Bir Ekonomik Tetikçinin İtirafları



Yüklə 1,73 Mb.
Pdf görüntüsü
səhifə62/78
tarix02.01.2022
ölçüsü1,73 Mb.
#44723
1   ...   58   59   60   61   62   63   64   65   ...   78
Bir Ekonomik Tetikçinin İtirafları - John Perkins ( PDFDrive.com )

34-Ekvador’a Dönüş

Venezuela  klasik  bir  örnekti.  Ama  oradaki

gelişmeleri  izledikçe,  gerçekten  önemli  olan

savaş  sınırlarının  başka  bir  ülkede  çizilmekte

olduğunun  farkına  varıp,  şaşırdım.  Para  veya

insan  hayatı  açısından  daha  fazla  bir  şey  temsil

ettikleri

için


değil,

ama


genel

olarak


imparatorlukları

tanımlayan

materyalist

amaçların çok ötesindeki konuları içerdikleri için

önemliydiler.  Bu  savaş  hatları,  banker,  yönetici

ve  politikacı  ordularının  ötesine,  modern

medeniyetin  ruhunun  derinliklerine  uzanıyordu.

Ve  benim  tanıyıp,  sevdiğim  bir  ülkede,  ilk

olarak  bir  Barış  Gönüllüsü  olarak  çalıştığım

yerde oluşturuluyordu: Ekvador.

1968’de  oraya  ilk  gittiğim  yıllardan  bu  yana,

bu


minik

ülke,


şirketokrasinin

tipik


kurbanlarından

biri


haline

gelmişti.

Çağdaşlarımla  ben  ve  bizim  modern  kurumsal

eşdeğerlerimiz,  bu  ülkeyi  neredeyse  iflasın

eşiğine getirmeyi başarmıştık. Ekvador’a, zengin

ailelere,

bu

projeleri



gerçekleştirecek


[106]

mühendislik  ve  inşaat  firmalarımızı  tutsunlar

diye  milyarlarca  dolarlık  kredi  verdik.  Sonuçta,

30 yıl içerisinde, resmi yoksulluk oranı %50’den

%70’e, işsizlik ise %15’den %70’e fırladı. Kamu

borcu  da  240  milyon  dolardan  16  milyar  dolara

yükseldi  ve  milli  kaynaklardan  en  yoksul

vatandaşlara  ayrılan  pay  %20’den  %6’ya

geriledi.  Ekvador  bugün,  milli  bütçesinin

neredeyse  yarısını  -resmen  yoksulluk  sınırının

altında  olan  milyonlarca  vatandaşına  yardım

etmek  için  kullanmak  yerine-  sadece  borçlarını

ödemeye ayırmak zorundadır.

Ekvador’daki  durum,  bunun  bir  komplo

sonucu  olmadığını  açıkça  gösteriyor.  Bu,  gerek

Demokrat,  gerekse  Cumhuriyetçi  yönetimler

sırasında  oluşan  ve  tüm  büyük  çok  uluslu

bankaları,  birçok  şirketi  ve  değişik  ülkelerden

yardım  kuruluşlarını  da  içine  alan  bir  süreçti.

ABD  başroldeydi  ama  bu  işte  tek  başımıza

hareket etmemiştik.

Bu  30  yıl  boyunca,  binlerce Amerikalı  kadın




ve  erkek,  Ekvador’u  yeni  binyılın  başında

kendisini  içinde  bulduğu  bu  sallantılı  duruma

sokmak  için  katkıda  bulundu.  Bazıları,  benim

gibi,  yaptıklarının  farkındaydı.  Ama  büyük

çoğunluk, sadece onlara işletme, mühendislik ve

hukuk  okullarında  öğretilenleri  yapmış  ya  da

(kendini  açgözlü  örnekler  ve  onu  sürdürmeye

yönelik  ödül  ve  cezalarla  gösteren)  benim

yapımdaki  patronların  yollarından  gitmişti.  Bu

katılımcılar,  oynadıkları  rolü  en  kötüsünden

şefkatli  olarak  görüyorlardı;  en  iyimser  bakış

açısından

ise


yoksul  bir  ülkeye  yardım

ediyorlardı.

Her ne kadar, bilinçsiz, kandırılmış ve -birçok

durumda- kendilerini  kandırmış  da  olsalar,  bu

oyuncular  gizli  bir  komplonun  elemanları

değillerdi;

tersine,  dünyanın  bugüne  kadar

görmüş


olduğu

en


kurnazca

ve


etkili

emperyalizm  biçimini  destekleyen  bir  sistemin

ürünüydüler.

Hiç


kimse,

rüşvetle

satın

alınabilecek  ya  da  tehditle  korkutulabilecek



insanları  arayıp  bulmak  zorunda  kalmadı,  Onlar

zaten  şirketler,  bankalar  ve  devlet  kuramlarında




çalışıyorlardı.

Rüşvetler;

maaşlar,

primler,

emeklilik  fonları  ve  sigorta  poliçelerinden

oluşuyordu.  Tehditler  ise  toplumsal  değerler,

dost  baskısı  ve  çocuklarının  eğitimleri  ve

gelecekleri  ile  ilgili  dile  getirilmeyen  sorulara

dayanıyordu.

Sistem  harika  bir  şekilde  başarılı  olmuştu.

Yeni  binyıl  geldiğinde,  Ekvador  iyice  kapana

kısılmıştı.  Artık  avucumuzdaydı,  aynen  bir

mafya  babasının,  kızının  düğününü  ve  küçük

işyerini  finanse  ettiği  adamı  avucuna  almış

olması  gibi.  Her iyi Mafiosi gibi,  biz  de

beklemiştik.  Ekvador’un  yağmur  ormanlarının

altında  bir  petrol  denizinin  yattığını  ve  bir  gün

sıranın  bize  de  geleceğini  bildiğimizden,  sabırlı

olabilirdik.

2003  yılının  başlarında,  Subaru  arabamın

içinde,  Quito’dan  Shell’in  orman  kasabasına

giderken,

o

gün



gelmişti

bile.


Chávez,

Venezuela’da  kontrolü  yeniden  ele  geçirmişti.

George  W.  Bush’a  karşı  gelmiş  ve  kazanmıştı.

Saddam  ise  inatla  tutumunu  değiştirmiyor  ve




istila  edilmeyi  bekliyordu.  Petrol  stoklarımız

neredeyse  son  30  yılın  en  düşük  seviyelerine

inmişti ve ana sağlayıcılarımızdan daha fazlasını

alabilme olasılığı da yüksek değildi, dolayısıyla,

şirketokrasinin

bilançolarının

sağlığı


da.

Elimizde  bir  koz  vardı  ve  bu  koza  şimdi  ihtiyaç

vardı.  Ekvador’dan  diyetimizi  istemenin  vakti

gelmişti.

Pastaza  Nehri  üzerindeki  o  ucube  barajın

yanından  geçerken,  Ekvador’daki  savaşın,

dünyanın  zenginleri  ile  yoksulları  ya  da

yararlanan  ile  yararlanılan  arasındaki  klasik

mücadele  olmadığının  farkına  vardım.  Bu  savaş

hatları, sonunda, bir medeniyet olarak kim ve ne

olduğumuzu  tanımlayacaktı.  Bu minik  ülkeyi,

Amazon


yağmur

ormanlarını

petrol

şirketlerimize  açması  için  zorlamak  üzereydik.



Bunun  sonucunda  ortaya  çıkacak  yıkım  ise

inanılmaz olacaktı.

Eğer  alacağımızı  tahsil  etmek  konusunda

ısrarcı olursak, bunun sonuçları, onları ölçebilme

becerimizin  çok  ötesine  geçecekti  Bu  sadece,



yerel


kültürlerin,

insan


yaşamlarının

ve

yüzbinlerce  hayvan,  sürüngen,  balık,  böcek  ve



bazıları,  belki  de  birçok  hastalığın  henüz

keşfedilmemiş  tedavisini  içeren  bitki  türünün

yok  edilmesi  ile  ilgili  değildi.  Ya  da,  yağmur

ormanlarının  endüstrilerimiz  tarafından  üretilen

ölümcül  sera  gazlarını  emmesi,  yaşamımız  için

gerekli  olan  oksijeni  yaymaları  ve  dünyanın

içme suyunun çok büyük bir yüzdesini sağlayan

bulutların  oluşmalarına  olanak  sağlaması  da

değildi.

Bu,


ekolojistlerce

böyle


yerleri

kurtarmak  içir  öne  sürülen  tüm

standart

argümanların ötesinde, ruhumuzun derinliklerine

kadar işleyen bir şeydi.

Eğer  bu  stratejiyi  takip  edersek,  Roma

İmparatorluğu’ndan  çok  önce  başlamış  olan

emperyalist bir modeli devam ettirmiş olacaktık.

Esareti

reddediyoruz

ama

küresel


imparatorluğumuz,  Romalılar’dan  ve  bizden

önceki  tüm  sömürgeci  güçlerden  daha  fazla

sayıda  insanı  köleleştiriyor.  Ekvador’da  bu

kadar  dar  görüşlü  bir  politika  güdüp,  sonra  da

toplumsal

vicdanımızla

nasıl

barışık



yaşayabileceğimizi merak ediyordum.

Arabamın

camından

And


Dağlarının

ormandan

arınmış

yamaçlarına

-Barış

Gönüllüleri  günlerimde  tropik  bitkilerle  dolu  bir



alan-  bakarken,  birdenbire  farkına  vardığım  bir

şey  beni  şaşırttı.  Ekvador’un,  önemli  bir  savaş

hattı  olarak  bu  görünümünün,  tümüyle  kişisel

olduğunu  ve  aslında  çalıştığım  ve  imparatorluk

tarafından  arzu  edilen  kaynaklara  sahip  her

ülkenin  eşit  önemde  olduğunu  fark  ettim.

Ekvador’a,  1960’ların  sonunda  burada  geçirmiş

olduğum  ve  masumiyetimi  kaybettiğim  günlere

dayanan  özel  bir  bağım  vardı.  Ancak  bu

öznellik, benim kendi tercihim olan bir şeydi.

Evet,  Ekvador  yağmur  ormanları,  içlerinde

yaşayan  yerliler  ve  diğer  tüm  yaşam  türleri  gibi

değerliydi  ama  İran  çöllerinden  ve  Emin’in

Bedevilerinden  daha  değerli  değil.  Ya  da,

Cava’nın  dağlarından,  Filipin  sahillerinden,

Asya


steplerinden,

Afrika


savanalarından,

Kuzey  Amerika  ormanlarından,  Arktik  buz

örtüsünden ya da diğer yüzlerce tehlike altındaki



[107]


yerden daha kıymetli değil. Bunların her biri bir

savaş hattını temsil etmekte olup, her biri bizleri

kişisel veya toplumsal ruhlarımızın derinliklerine

inip, kendimizi sorgulamaya zorlar.

Aklıma,  tüm  bunları  özetleyen  bir  istatistik

geldi:  Dünya  nüfusunun  en  zengin  ülkelerde

yaşayan  beşte  birinin  gelirinin  en  fakir

ülkelerdeki  beşte  birinin  gelirine  oranı,  1960’da

30’da l’den  1995’de  74’te  l’e  çıkmıştı.

Ve

hâlâ,  Dünya  Bankası,  USAID,  IMF,  bankalar,



şirketler

ve


hükümetler

gibi


uluslararası

“yardım”  faaliyeti  içinde  olanlar,  bize  işlerini

yapmakta  olduklarını  ve  ilerleme  kaydettiklerini

söylemeye devam ediyorlar.

İşte  yine  Ekvador’da,  savaş  hatlarından

sadece  biri  olan  ama  benim  kalbimde  özel  bir

yer tutan ülkedeydim. 2003 yılıydı, adında barış

olan  bir  ABD  kuruluşunun  bir  elemanı  olarak

buraya  ilk  gelişimden  35  yıl  sonra  buradaydım.

Bu  defa,  30  yıl  boyunca  çıkmasına  yardımcı

olduğum  bir  savaşa  engel  olmaya  çalışmak  için



gelmiştim.

Afganistan, Irak ve Venezuela’daki olayların,

bizi  yeni  bir  çatışmaya  girmekten  alıkoymaya

yeterli olacağı düşünülebilirdi ama Ekvador’daki

durum  çok  değişikti.  Bu  savaşın  Amerikan

ordusuna  ihtiyacı  yoktu;  çünkü  sadece  mızrak,

pala  ve  namludan  dolma  tek  atımlık  tüfeklerle

donanmış  birkaç  bin  yerli  savaşçı  tarafından

yürütülecekti.  Modern  Ekvador  ordusuyla,  bir

avuç  Amerikan  Özel  Kuvvetleri  danışmanı  ve

petrol  şirketleri  tarafından  kiralanıp,  çakallar

tarafından  eğitilmiş  paralı  askerler  karşı  karşıya

gelecekti.  1995’de  Peru  ile  Ekvador  arasındaki

çatışma  gibi,  bu  da,  ABD’deki  birçok  insanın

hiçbir zaman duymayacağı bir savaş olacaktı ve

son  olaylar  böyle  bir  savaşın  çıkma  olasılığını

artırmıştı.

2002 Aralık ayında, petrol şirketi temsilcileri,

yerel  bir  topluluğun,  bir  grup  işçiyi  rehin  aldığı

suçlamasında bulundu. Şirket temsilcileri, bu işe

bulaşan  savaşçıların,  muhtemelen  El  Kaide

bağlantılı  terörist  bir  gruba  ait  olduklarını  öne




[108]

sürüyorlardı.

Petrol

şirketinin,

sondaj

çalışmalarına  başlamak  için  hükümetten  henüz



izin almamış olması, meseleyi özellikle karmaşık

bir hale getirmişti. Ancak, şirket, işçilerin sondaj

öncesi

incelemelerde

bulunmaya

hakları


olduğunu iddia etti ki bu birkaç gün sonra, yerel

grupların,  öyküyü  kendi  yönlerinden  anlatarak,

kesinlikle karşı çıktıkları bir iddia idi.

Kabile  temsilcileri,  petrol  şirketi  işçilerinin,

girme

izinleri



bulunmayan

topraklara

girdiklerinde  ısrar  ediyordu.  Savaşçılar  silahlı

değildi  ve  petrol  işçilerini  de  herhangi  bir

şiddetle  tehdit  etmemişlerdi.  Aslında,  işçilere

köylerine  kadar  eşlik  edip,  onlara  yiyecek  ve

yerel  bir  bira  olan  chicha  ikram  etmişlerdi.

Misafirleri  yiyip  içerken,  savaşçılar  da  işçi

rehberlerini  gitmeleri  konusunda  ikna  etmişti.

Kabile,


işçilerin

hiçbir


zaman

zorla


tutulmadıklarını

iddia


ediyordu;

istedikleri

zaman gitmekte serbesttiler.

Yolda  giderken,  1990’da,  IPS’yi  sattıktan




sonra  ormanlarını  kurtarmak  için  onlara  yardım

teklif  etmeye  döndüğünde,  Shuar  kabilesinin

bana  söylediklerini  hatırladım.  “Dünya  onu

düşlediğin  gibidir,”  demişlerdi  ve  sonra  da,

kuzeyde  yaşayan  bizlerin  büyük  endüstriler,

arabalar  ve  devasa  gökdelenler  düşlemiş

olduğumuzu

belirtmişlerdi.

Şimdi


ise

bu

düşümüzün



aslında,

sonunda


hepimizi

mahvedecek

bir

karabasan



olduğunu

keşfetmiştik.

“Bu düşünüzü değiştirin,” diye öğütlemişlerdi

Shuarlar bana.  Ama  işte, 10  seneden uzun bir

süre sonra, yine buradaydı  ve  birçok  insanın  ve

bir  kısmında  benim  de  çalıştığım  kâr  amacı

gütmeyen

kuruluşun

çabalarına

rağmen,


karabasan  yeni  ve  dehşet  verici  boyutlara

ulaşmıştı.

Arabam  sonunda  Shell’in  orman  köyüne

geldiği  zaman,  beni  bir  toplantıya  götürdüler.

Katılan  erkek  ve  kadınlar  birçok  kabileyi  temsil

ediyordu:  Kichwa,  Shuar,  Achuar,  Shiwiar  ve

Zaparo.  Bazıları  ormanda  günlerce  yürümüş,



diğerleri  ise  kâr  amacı  gütmeyen  kuruluşların

sağladığı  küçük  uçaklarla  gelmişti.  Birkaçı

geleneksel  etekleri,  yüz  boyaları  ve  tüylü

kafalıkları

ile


gelmişti.

Ama


çoğunluk,

kasabalılara  öykünerek  şort,  tişört  ve  ayakkabı

giymişti.

Önce,  rehin  almakla  suçlanan  topluluğun

temsilcileri  söz  aldı.  Bize,  işçiler  şirketlerine

döndükten

kısa

bir


süre

sonra,


küçük

topluluklarının  bulunduğu  köye  yüzden  fazla

Ekvador  askerinin  geldiğini  söylediler.  Bunun,

yağmur  ormanlarında  özel  bir  dönemin,  chonta

ağacının meyve vermesinin başlangıcı olduğunu

da  eklediler.  Yerel  kültürlerce  kutsal  kabul

edilen  bu  ağacın,  yılda  sadece  bir  kere  oluşan

meyvesi,  ender  ve  soyu  tükenmekte  olanlar  da

dahil,  bölgedeki  birçok  kuş  türünün  çiftleşme

döneminin  başlangıcını  belirtir.  Bu  meyveye

üşüşen

kuşlar


son

derece


savunmasız

olduklarından,

kabileler,

chonta


sezonu

süresince  bunların  avlanmalarına  yasak  getiren

katı kurallar koymuşlardır.



“Askerlerin

zamanlaması

daha


kötü

olamazdı,”  diye  izah  etti  bir  kadın.  Askerlerin

yasaklar  konusundaki  umursamazlıkları  ile  ilgili

trajik


öykülerini

anlatan


kadının

ve

arkadaşlarının



acılarını

hissedebiliyordum.

Kuşları, yemek için ya da sırf eğlence olsun diye

vurmuşlardı.  Ayrıca,  aile  bahçelerini,  muz

bahçelerini  ve manioc tarlalarını  talan  etmişler,

zaten  az  olan verimli toprakta  giderilemez

hasarlara  yol  açmışlardı.  Nehirlerde  balık

avlamak  için patlayıcı  kullanmışlar  ve  evcil

hayvanları  yemişlerdi. Yerli  avcıların  silahlarına

el  koymuşlar,  uygun  olmayan  biçimde  tuvalet

çukurları açmışlar, nehirleri gazyağı ve kimyasal

çözücülerle  kirletmişler,  kadınlara  cinsel  tacizde

bulunmuşlar  ve  çöpleri  düzgün  bir  şekilde  imha

etmedikleri

için

de


çevre,

böcekler

ve

kemirgenlerin istilasına uğramıştı.



“İki  seçeneğimiz  vardı,”  dedi  bir  adam.

“Savaşabilirdik  ya  da  gururumuzu  unutup,

hasarı

gidermek

için

elimizden



geleni

yapabilirdik.

Henüz

savaşma


zamanının

gelmediğine  karar  verdik.”  Sonra  da,  askerlerin




bu  davranışlarını,  kendi  insanlarını  yiyeceksiz

idare  etmeye  ikna  ederek,  nasıl  dengelemeye

çalıştıklarını  izah  etti.  Buna  oruç  diyordu  ama

aslında  daha  çok  istemli  bir  açlığa  benziyordu.

İhtiyarlar  ve  çocuklar  beslenme  yetersizliğinden

ötürü hasta olmuşlardı.

Tehditlerden  ve  rüşvetlerden  söz  ettiler.

“Oğlum,”  dedi  bir  kadın,  “İspanyolca  ve  birçok

yerel  lehçenin  yanında,  İngilizce  de  bilir.  Bir

turist  şirketi  için  rehber  ve  tercüman  olarak

çalışıyordu.  Ona  iyi  de  bir  maaş  veriyorlardı.

Petrol  şirketi  ona,  aldığının  on  katını  teklif  etti.

Ne yapabilirdi ki? Şimdi ise eski şirketini ve bize

yardım  etmeye  gelen  tüm  diğerlerini  kötüleyen

mektuplar  yazıyor  ve  mektuplarında  petrol

şirketlerinden  dostlarımız  diye  bahsediyor.”

Sularını  silkeleyen  bir  köpek  gibi,  vücudunu

salladı. “Artık bizden biri değil o. Oğlum...”

Bir  şamanın  geleneksel  tüylü  kafalığını

takmış  yaşlıca  bir  adam  ayağa  kalktı  sonra.

“Petrol  şirketlerine  karşı  bizleri  temsil  etmeleri

için  seçtiğimiz  ve  uçak  kazasında  ölen  o  üç




kişiyi  biliyor  musun?  Ben  şimdi,  burada  durup,

sana  o  kadar  kişinin  söylediği  şeyi,  yani  kazaya

petrol

şirketlerinin

neden

olduğunu


söylemeyeceğim.  Ama  sana,  bu  üç  ölümün

örgütümüzde

büyük

bir


gedik

açtığını


söyleyebilirim.  Petrol  şirketleri  de,  o  gediği

kendi  adamları  ile  kapatmakta  hiç  zaman

kaybetmediler.”

Başka bir adam, cebinden bir kontrat çıkartıp,

okudu. 300 bin dolar karşılığında, çok büyük bir

arazi  bir  kereste  şirketine  devrediliyordu.  Üç

kabile ileri geleni tarafından imzalanmıştı.

“Bu  imzalar  gerçek  değil,”  dedi.  “Biliyorum,

çünkü  bir  tanesi  benim  kardeşim.  Bu  da  başka

tür bir suikast. Liderlerimizi gözden düşürmek.”

Tüm  bunların  Ekvador’un  henüz  petrol

şirketlerine

sondaj

izni


verilmemiş

bir


bölgesinde meydana geliyor olması hem komik,

hem  de  garip  bir  şekilde  uygun  görünüyordu.

Bu  bölgenin  etrafındaki  birçok  alanda  sondaj

yapılmış

ve

yerliler



sonuçları

görmüşler,

komşularının  yok  olmalarına  tanık  olmuşlardı.



Orada  oturmuş  bunları  dinlerken,  kendime,

ülkemin insanlarının böyle toplantıların CNN’de

ya  da  akşam  haberlerinde  gösterilmesine  nasıl

tepki vereceklerini sordum.

Toplantılar ilginç, anlatılanlar ise çok rahatsız

ediciydi.  Ama  bu  toplantıların  resmi  kısımları

dışında,  bir  şey  daha  oldu.  Aralarda,  öğle

yemeği  sırasında  ve  gece,  insanlarla  özel  olarak

konuştuğum  zaman,  bana  sık  sık,  ABD’nin

Irak’ı  niye  tehdit  ettiği  soruluyordu.  Başlamak

üzere  olan  savaş,  bu  orman  köyüne  gelen

Ekvador

gazetelerinin

ilk

sayfalarında



tartışılıyordu  ve  buradaki  görüş  ABD’dekinden

çok farklıydı. Bush ailesinin sahip olduğu petrol

şirketleri ile United Fruit’e ve Başkan Yardımcısı

Cheney’in  eski  Halliburton  CEO’su  olarak

rolüne atıflar vardı.

Bu  gazeteler,  hiç  okula  gitmemiş  kişilere  de

okunuyordu.  Görünüşe  göre,  herkes  bu  konuya

ilgi  duyuyordu.  Burada,  Amazon  yağmur

ormanlarının  ortasında,  Kuzey  Amerika’daki

birçok  kişinin  “geri”,  hatta  “vahşi”  olarak




nitelendireceği

okuma


yazması

olmayan


insanların

arasındaydım;

ancak

küresel


imparatorluğu  kalbinden  vuran  araştırıcı  sorular

soruluyordu.

Shell’den çıkıp, hidroelektrik santralini geçip,

Andlar’da yükselirken, bir yandan da Ekvador’a

bu  ziyaretim  sırasında  görüp  duyduklarımla,

ABD’de  alıştıklarım  arasındaki  farklılıkları

düşünüyordum.  Öyle  görünüyordu  ki,  Amazon

kabilelerinin  bize  öğretecek  çok  şeyi  vardı;

gittiğimiz  tüm  okullara  ve  o  kadar  saat

okuduğumuz

dergiler

ve


seyrettiğimiz

televizyon  haberlerine  rağmen,  onların  eriştiği

bilinç  düzeyinden  uzak  görünüyorduk.  Bu

düşünce  tarzı  beni,  Latin  Amerika’da  sıkça

duymuş  olduğum  “Akbaba  ve  Kartal  Kehaneti”

ve  başka  yerlerdeki  benzer  öngörüler  hakkında

düşünmeye itti.

Bildiğim

kültürlerin

neredeyse

tümü,

1990’ların sonlarına doğru hayret verici bir geçiş



dönemine girdiğimizi öngörür. Himalayalar’daki

manastırlarda, Endonezya’daki tören alanlarında




ve  Kuzey  Amerika’daki  yerli  bölgelerinde,

Amazon’un  derinliklerinden  And  Dağlarının

tepelerine  ve  Orta  Amerika’daki  kadim  Maya

şehirlerine kadar, zamanımızın insanlık tarihinde

özel  bir  an  olduğu  ve  her  birimizin,  yapması

gereken  bir  görev  olduğu  için,  bu  zamanda

doğmuş olduğu söylenir.

Bu  öngörülerin  isimleri  ve  kullandıkları

kelimeler,  az  da  olsa  değişiktir.  Değişik

şekillerde  Yeni  Çağ’dan (New  Age), Üçüncü

Binyıl’dan (Third  Millennium), Kova  Çağı’ndan


Yüklə 1,73 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   58   59   60   61   62   63   64   65   ...   78




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©www.azkurs.org 2025
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin