Bir Ekonomik Tetikçinin
İtirafları
John Perkins
Türkçesi:
Murat KAYI
Yayın No: 003
1.-2. Baskı, 2005
3.-4. Baskı, 2006
5.-6.-7. Baskı, 2007
8.Baskı. 2008
9.-10. -11. Baskı, 2009
12.Baskı, 2010
13.Baskı, 2011
ISBN: 978-975-6006-03-0
Yayın Yönetmeni
K. Egemen İPEK
Editör
Asiye Koray BENDON
Türkçesi
Murat KAYI
Son Okuma ve Dizgi
Özlem ARAS
Kapak Tasarım
Mineral Tasarım
Baskı
Özkan Matbaacılık
Yayın
A.P.R.I.L Yayıncılık
Cinnah Cad. Kırkpınar Sok. 5/4 06690
Çankaya-ANKARA
Tel: (0312) 440 80 11 Fax:(0312)440 89 10
www.aprilyayincilik.com
bilgi@aprilyayincilik.com
BİR EKONOMİK TETİKÇİNİN
İTİRAFLARI © 2005 A.P.R.I.L Yayıncılık
CONFESSIONS OF AN ECONOMIC HIT
MAN © 2004,
John Perkins © Barrett Koehler Publishers
Inc. San Francisco
Bu kitabın yayın hakları AKÇALI Telif Hakları
Ajansı aracılığı ile alınmıştır.
Her türlü yayım hakkı A.P.R.I.L Yayıncılık'a
aittir. Bu kitabın baskısından 5846 ve 2936
sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasası Hükümleri
gereğince alıntı yapılamaz, fotokopi yöntemiyle
çoğaltılamaz, resim, şekil, şema, grafik vb.ler
Yayınevinin izni olmadan kopya edilemez.
GİRİŞ
Ekonomik tetikçi (ET) dediğim kişiler,
birçok ülkeyi trilyonlarca dolar dolandıran
yüksek ücretli profesyonellerdir. Bu kişiler,
Dünya
Bankası,
Birleşik
Devletler
Uluslararası Kalkınma Ajansı (USAID) ve
diğer yabancı ‘yardım’ kuruluşlarından
büyük
şirketlerin
kasalarına
ve
gezegenimizin doğal kaynaklarını kontrol
eden birkaç varlıklı ailenin ceplerine para
aktarırlar. Kullandıkları araçlar arasında
sahte finansal raporlar, hileli seçimler,
rüşvet, zorbalık, seks ve cinayet vardır.
Oynadıkları oyun imparatorluklar kadar
eskidir
ama
günümüzün
küreselleşme
sürecinde yeni ve korkutucu bir boyuta
ulaşmıştır.
Nereden mi biliyorum? Ben de bir ET idim.
Yukarıdaki satırları, adı
Bir Ekonomik
Tetikçinin Vicdanı olmasını düşündüğüm bir
kitabın
başlangıcı
olarak
1982
yılında
yazmıştım. Kitap, her ikisi de bir zamanlar
müşterilerim olan ve saygı duyup aileden
saydığım iki ülke başkanına, Ekvador Başkanı
Jaime Roldós
ile Panama Başkanı Omar
Torrijos’a ithaf edilmişti. İkisi de bir süre önce
uçak kazasında hayatını yitirmişti ve ölümleri
birer kaza değildi. Onlar, küresel imparatorluğu
amaçlayan
şirket-hükümet-bankacılık
patronlarının kardeşliğine karşı geldikleri için
suikasta kurban gitmişti. Biz ET’ler, Roldós ile
Torrijos’u ikna etmekte başarılı olamayınca,
diğer tür tetikçiler (her zaman bizim hemen
arkamızda olan CIA destekli çakallar) devreye
girmişti.
O kitabı yazmaktan vazgeçmeye razı edildim.
Sonraki yirmi yıl boyunca dört kez daha
yazmayı denedim. Yeniden
başlama kararı
vermeme hep güncel dünya olayları neden oldu:
1989’da Panama’nın ABD tarafından işgali,
Körfez Savaşı, Somali’deki gelişmeler, Usame
bin Ladin’in yükselişi. Ancak, her defasında da
tehdit veya rüşvetler beni vazgeçmeye zorladı.
2003 yılında güçlü bir uluslararası kuruluşa
ait büyük bir yayınevinin başkanı, adı artık Bir
Ekonomik Tetikçinin İtirafları
olan kitabın
taslağını
okudu.
Yazdıklarımı
‘anlatılması
gereken sürükleyici bir öykü’ olarak tanımladı.
Ancak sonra üzgün bir şekilde gülümseyerek,
kafasını iki yana salladı. Şirketin patronlarının
muhtemelen karşı çıkacağını ve dolayısıyla
kitabı yayımlama riskini göze alamayacağını
söyledi. Ama kitabı bir roman haline getirmemi
tavsiye etti ve “Seni John Le Carré veya Graham
Greene tipinde bir yazar olarak pazarlayabiliriz,”
dedi.
Ne var ki yazdıklarım bir roman değildi.
Benim hayatımın gerçek öyküsü idi. Uluslararası
herhangi bir kuruluşun sahibi olmayan ve daha
cesur
bir
yayımcı,
öykümü
anlatmamda
yardımcı olmayı kabul etti.
Bu öykü mutlaka anlatılmalı. Büyük krizler
ve fırsatlar
zamanında
yaşıyoruz.
Bu
bir
ekonomik
tetikçinin
öyküsü,
şu
anda
bulunduğumuz yere nasıl geldiğimizin ve neden
üstesinden gelinemez görünen krizlerle karşı
[1]
karşıya
olduğumuzun
öyküsü.
Bu
öykü
anlatılmalı, çünkü ancak geçmiş hatalarımızı
anlayarak ilerideki fırsatları değerlendirebiliriz;
çünkü 11 Eylül ve Irak savaşı gerçekleşti; çünkü
teröristlerin elinde 11 Eylül 2001’de ölen 3 bin
insana ek olarak 24 bin insan da açlık ve ona
bağlı nedenlerden
dolayı yaşamını
yitirdi.
Aslında sırf yeterli beslenemediği için her gün
24 bin insan ölüyor.
En önemlisi de bu öykü
anlatılmalı, çünkü bugün tarihte ilk defa bir ülke
tüm bunları değiştirmek için gerekli beceri, para
ve güce sahip. Bu, benim doğduğum ve bir ET
olarak hizmet ettiğim ülke: Amerika Birleşik
Devletleri.
Sonunda
beni
tehditleri
ve
rüşvetleri
görmezden gelmeye ikna eden ne oldu?
Kısa cevap şu: Tek çocuğum Jessica
üniversiteden mezun olup hayata atıldığında,
ona bu kitabı yayınlama niyetimden söz ettim ve
kuşkularımı paylaştım. O da bana, “Üzülme
baba,” dedi. “Sana bir şey yapacak olurlarsa,
[2]
bıraktığın yerden ben devam ederim. Bunu, bir
gün sana vermeyi ümit ettiğim torunların için
yapmalıyız!”
Daha uzun cevabım ise şöyle: Büyüdüğüm
ülkeye olan bağlılığım, Kurucu Atalarımız
tarafından dile getirilen ideallere olan sevgim,
bugün her yerde herkes için ‘yaşam, özgürlük
ve mutluluğu arama’ sözü veren Amerikan
devletine olan sorumluluğum. Ve 11 Eylül
sonrasında
ET’ler
devleti
bir
küresel
imparatorluğa çevirirken artık daha fazla oturup
seyretmemek konusundaki kararlılığım
Bu gerçek bir öyküdür. Onun her dakikasını
yaşadım. İnsanlar, gördüklerim, konuşmalar ve
tarif ettiğim duyguların hepsi hayatımın birer
parçasıydı. Benim kişisel öyküm olmakla
birlikte, tarihimize yön veren, bizi bugün
olduğumuz yere getiren ve çocuklarımızın
geleceklerinin
temellerini
oluşturan
dünya
olaylarının kapsamı içerisinde gerçekleşti. Tüm
bu deneyimleri, insanları ve konuşmaları
asıllarına uygun olarak sunmak için elimden
gelen tüm çabayı gösterdim. Tarihi olayları
tartıştığım ya da başka insanlarla yaptığım
konuşmaları yeniden yarattığım zaman, bunu
birçok
aracın
yardımıyla
yapıyorum:
Yayımlanmış belgeler, kişisel kayıtlarım ve
notlarım,
hem
kendimin
hem
de
diğer
katılımcıların hatırladıkları, daha önce yazmaya
başladığım beş taslak ve özellikle yakın
zamanda diğer yazarların yayımladığı bilgiler ile
önceden gizli olan ya da başka nedenlerden
dolayı ulaşılamayan bilgileri de açıklayan
tarihçeler. Bu konular hakkında daha fazla bilgi
edinmek isteyen okuyucular için referanslar
dipnotlarda verilmiştir.
Yayıncım, kendimize gerçekten ekonomik
tetikçi
deyip
demediğimizi
sorduğunda,
genellikle sadece baş harfleriyle de olsa, öyle
olduğunu söyledim. Aslında hocam Claudine ile
çalışmaya başladığım 1971 yılındaki o gün
bana, “Benim görevim seni bir ekonomik
tetikçiye dönüştürmek,” demiş, sonra ciddileşip,
“Bu işle ilgini hiç kimsenin, eşinin bile
bilmemesi gerekiyor; bir kere girersen hayatın
boyunca çıkamazsın,” diye eklemişti. O andan
itibaren bu açık adı çok seyrek kullandı; bizler
kısaca ET idik.
Claudine’nin rolü, girdiğim işin temelinde
yatan dalaverelerin çok güzel bir örneğiydi.
Güzel, zeki ve çok etkindi; zayıf noktalarımı
bulup, onları kendi yararına kullanmayı çok iyi
başardı. Yaptığı iş ve onu yapış şekli, sistemin
arkasındaki
insanların
kurnazlığının
bir
göstergesiydi. Benden yapmamı isteyecekleri işi
anlatırken sözünü hiçbir zaman sakınmadı:
“İşin, dünya liderlerini, ABD’nin ticari
çıkarlarını gözeten büyük bir ağın parçası
olmaya teşvik etmek. Sonunda bu liderler,
sadakatlerini garanti edecek şekilde bir borç
batağına saplanır. Sonra da onları politik,
ekonomik ya da askeri ihtiyaçlarımız için ne
zaman istersek kullanabiliriz. Karşılığında
halklarına sanayi siteleri, elektrik santralleri
ve havaalanları sağlayarak politik durumlarını
güçlendirirler.
Bu
arada,
Amerikan
[3]
[4]
mühendislik ve inşaat firmaları da inanılmaz
derecede zenginleşir.”
İşte bugün kontrolsüz bir hale gelen bu
sistemin sonuçlarını görüyoruz. En saygın ticari
kuruluşlarımız Asya’daki sağlıksız ve küçük
imalathanelerde
insanları
neredeyse
köle
statüsünde ve insanlık dışı şartlar altında
çalıştırıyor.
Petrol
şirketleri
tam
bir
umursamazlık
içerisinde;
yağmur
ormanlarındaki nehirlere zehir akıtarak insan,
hayvan ve bitkileri öldürüyor, eski kültürleri yok
ediyorlar. İlaç endüstrisi HIV hastalığı kapmış
milyonlarca Afrikalıdan hayatlarını kurtaracak
ilaçları esirgiyor. ABD’de 12 milyon aile bir
sonraki
yemeğini
nasıl
elde
edeceğini
düşünüyor.
Enerji endüstrisi bir Enron
yaratıyor. Muhasebe endüstrisi bir Andersen
yaratıyor. Dünya nüfusunun en zengin ülkelerde
yaşayan beşte birinin gelirinin en fakir beşte
birin gelirine oranı 1960’da 30’a 1 iken 1995’de
74’e l’e çıktı.
ABD,
Irak’taki
savaşı
[5]
sürdürmek için 87 milyar dolar harcarken, BM
bunun yarısı kadar bir parayla yeryüzündeki
herkese temiz su, yeterli besin, uygun sağlık
koşulları ve temel eğitim sağlanabileceği
görüşünü savunuyor.
Ve
biz
hâlâ
teröristlerin
bize
neden
saldırdığını düşünüyoruz.
Bazıları güncel sorunları, örgütlenmiş bir
komploya bağlayabilir. Keşke o kadar basit
olsaydı. Çünkü bir komplonun hazırlayıcıları
bulunup adalete teslim edilebilir. Oysa bu
sistemi besleyen, herhangi bir komplodan çok
daha tehlikeli bir şey. Küçük bir insan grubu
tarafından değil, neredeyse Tanrı kelamı haline
gelmiş bir kavram tarafından besleniyor:
Ekonomik büyümenin tüm insanlık için yararlı
olduğu ve büyüme ne kadar yüksek ise
yararlarının
da
o
kadar
yaygın
olacağı
düşüncesi.
Bu inancın bir de sonucu var: Kenarlarda
doğanlar sömürülmeye açık iken, ekonomik
büyümenin
ateşini
karıştıranlar
yüceltilip
ödüllendirilmeli.
Bu görüş tabii ki hatalı. Birçok ülkede,
ekonomik büyümenin nüfusun sadece küçük bir
kısmına yaradığını, çoğunluk içinse giderek
daha ümitsizleşen şartlara yol açtığını biliyoruz.
Bu etki, sistemi yönlendiren büyük sanayicilerin,
özel bir statüye sahip olmaları gerektiği inancı
tarafından
da
körükleniyor.
Bugünkü
sorunlarımızın çoğunun kökeninde yatan ve
belki etrafta bu kadar komplo teorisinin
uçuşmasının ardındaki neden de bu inanç.
Kişiler
açgözlülüklerinden
ötürü
ödüllendirildikçe, açgözlülük baştan çıkarıcı bir
hal alır.
Dünya
kaynaklarının
oburca
tüketimini
neredeyse azizlik mertebesine çıkardığımız,
çocuklarımıza dengesiz hayatlar süren insanları
örnek almalarını öğrettiğimiz ve nüfusun büyük
bir kısmını seçkin bir azınlığa köle olarak
tanıttığımız sürece bela arıyoruz demektir. Ve
bela da bizi bulur.
[6]
t
Küresel imparatorluğu terfi ettirme çabasında
olan şirketler, bankalar ve hükümetler (yani
topluca ‘şirketokrasi)
, finansal ve politik
güçlerini, okullarımızın, işletmelerimizin ve
medyanın, hem bu hatalı kavramı, hem de
sonuçlarını desteklemesini garanti etmek için
kullanıyor. Bizi, küresel kültürümüzün gittikçe
artan miktarlarda yakıt ve bakım gerektiren,
sonunda etrafındaki her şeyi tüketecek ve artık
kendi
kendini
yutmaktan
başka
çaresi
kalmayacak devasa bir makineye dönüştüğümüz
bir noktaya getirdiler.
Şirketokrasi bir komplo değil ama üyeleri
kimi ortak değerleri ve hedefleri destekliyor.
Şirketokrasinin en önemli işlevlerinden biri de
sistemi devam ettirmek ve sürekli genişleyip
güçlenmesini sağlamaktır. ‘Köşeyi dönenlerin’
yaşam tarzları ve donanımları (yatlar, katlar ve
özel jetler) hepimizi tüketmek, tüketmek ve daha
fazla tüketmeye özendiren birer model olarak
sunuluyor. Bizi, bir şeyler sa ın almanın
toplumsal
bir
görev
olduğuna,
dünyayı
rı
r
yağmalamanın ekonomi için iyi olduğuna ve
dolayısıyla bunun yüksek çıkarlarımıza hizmet
ettiğine ikna etmek için de hiçbir fırsat
kaçı lmıyor.
İşte,
sistemin
çıkarları
doğrultusunda
çalışmaları için benim gibi insanlara da
inanılmaz
maaşlar
ödeniyor.
Eğer
bizler
tökezlersek, daha hain bir tetikçi türü olan
çakallar ortaya çıkıyor. Ve çakallar da başarısız
olursa, iş askerlere düşüyor.
Bu kitap, ET olarak çalıştığı dönemde
nispeten küçük bir grubun parçası olan bir
adamın itiraflarıdır. Benzer rolleri oynayan
insanlar şimdilerde sayıca daha fazla. Daha
gösterişli unvanları var ve Monsanto, General
Electric, Nike, General Motors, Wal-Mart gibi
uluslararası çapta en önde gelen şirketlerin
koridorlarında
dolaşıyorlar.
Bir
Ekonomik
Tetikçinin İtirafları, benim olduğu kadar onların
da öyküsüdür.
Bu aslında sizin de öykünüz; sizin ve benim
dünyamın ve ilk gerçek kü esel imparatorluğun
nı
rü
n ı
nı
t
ru
öyküsü. Tarih bize bu öyküyü değiştirmezsek,
trajik bir biçimde sonlanacağı n garantisini
veriyor. İmparatorluklar asla sonsuza dek
yaşamaz. Her biri sonuçta korkunç bir çöküşü
yaşamıştır. Daha mutlak egemenlik peşinde
koşarlarken birçok kültü
yok ederler, sonra da
kendileri yıkılırlar. Uzun vadede hiçbir ülke ya
da ülkeler topluluğu, varlığı
başkaları
sömürerek sürdüremez.
Bu ki ap ibret alıp, içinde bulunduğumuz
öyküyü değiştirerek yeniden yaratmamız için
yazıldı. Eminim ki yeterince insan dünyanın
kaynaklarına yönelik doyu lamaz bir iştah
yaratan ve köleliğe yol açan sistemlere neden
olan bu ekonomik makine tarafından nasıl
sömürüldüğümüzü fark ettiğinde, ona daha fazla
tahammül etmeyeceğiz. Birkaç kişinin zenginlik
içinde yüzüp, çoğunluğunsa sefalet, kirlilik ve
şiddet içinde boğulduğu bir dünyadaki rolümüzü
gözden geçirecek ve kendimizi tüm insanlık için
şefkat, demokrasi ve sosyal adalet arama yoluna
adayacağız.
Bir problemin varlığını kabul etmek, çözüm
bulma yolunda atılan ilk adımdır. Bir günahı
itiraf etmekse, kurtuluşun başlangıcı. Öyleyse bu
kitap da bizim kurtuluşumuzun başlangıcı olsun.
Bize dengeli ve onurlu bir toplum olma hayalini
gerçekleştirmemiz için esin versin.
Yaşamlarını
paylaştığım
ve
ilerideki
sayfalarda anılan çok sayıda insan olmasa bu
kitap yazılamazdı. Hem edindiğim deneyimler,
hem de aldığım dersler için onlara minnettarım.
Onların ötesinde, beni tüm riskleri göze
alarak öykümü anlatmam için cesaretlendiren
insanlara
teşekkür
ediyorum:
Stephan
Rechtschaffen, Bill ve Lynne Twist, Ann Kemp,
Art Roffey, Rüya Değişimi gezi ve seminerlerine
katılan birçok insan; özellikle de yardımcılarım
Eve Bruce, Lyn Roberts- Herrick ve Mary
Tendall ile yirmi beş yıllık harika eşim ve
yoldaşım Winifred ile kızımız Jessica.
Bana çokuluslu bankalar ve şirketlerle, çeşitli
ülkelerin politik nüansları hakkında bilgiler
veren birçok kişiye, özellikle Michael Ben-Eli,
Sabrina Bologni, Juan Gabriel Carrasco, Jamie
Grant, Paul Shaw ve isimsiz kalmak isteyen
diğerlerine minnettarım.
Müsveddeler ortaya çıktıktan sonra Berrett-
Koehler’in kurucusu Steven Piersanti, beni kabul
etmekle gösterdiği cesaretle kalmayıp, yetenekli
bir editör olarak ve sonsuz saatlerini adayarak
kitabı tekrar tasarlamam için bana yardımcı oldu.
Steven’e, bizi tanıştıran Richard Perl’e, taslak
metni okuyup eleştiren Nova Brown, Randi Fiat,
Allen Jones, Chris Lee, Jennifer Liss, Laurie
Pellouchoud
ve
Jenny Williams’a;
sadece
okuyup eleştirmekle kalmayan, yüksek ve
mükemmel standartlarına uymam için beni
zorlayan
David
Korten’e,
ajansım
Paul
Fedorko’ya, kitabın tasarımını yapan Valerie
Brewster’e ve kelime cambazı, eşsiz filozof,
kopya editörüm Todd Manza’ya en derin
teşekkürlerimi sunarım.
Özel bir minnet sözü de Berrett-Koehler’in
yazı işleri yönetmeni Jeevan Sivasubramanian
ile
bilinç
düzeyimizi
yükseltme
gereğini
kavrayan ve bu dünyayı daha iyi bir yer yapmak
için yorulmak nedir bilmeden gayret gösteren
yayınevi çalışanları Ken Lupoff, Rick Wilson,
María Jesús Aguiló, Pat Anderson, Marina Cook,
Michael Crowley, Robin Donovan, Kristen
Frantz, Tiffany Lee, Catherine Lengronne ve
Dianne Platner için.
Benimle birlikte MAIN’de çalışan ve küresel
imparatorluğun biçimlendirilmesinde, farkında
olmadan ET’lere yardım edenlere de teşekkür
etmeliyim; özellikle de benim için çalışan ve
birlikte uzak diyarlara yolculuk ettiğim, çok
değerli anları paylaştığım insanlara teşekkür
ediyorum. Beni yazarlık yolunda destekleyen iyi
dostlarım, yerli kültürler ve Şamanizm üzerine
önceki kitaplarımın yayımcısı Inner Traditions
International’daki Ehud Sperling ve çalışanlarına
da teşekkürü borç biliyorum.
Ormanlarda, çöllerde ve dağlarda, Cakarta’da
kanal
yanlarındaki
derme
çatma
karton
kulübelerinde, birçok şehirde kenar mahallelerde
yaşayan, beni evlerine alıp yiyeceklerini ve
hayatlarını paylaşan ve en büyük esin kaynağım
olan tüm o insanlara sonsuza dek minnettar
kalacağım.
John Perkins
Palm Beach Gardens, Florida
Ağustos 2004
ÖNSÖZ
Ekvador’un başkenti Quito, And Dağlarının
tepesinde,
denizden
2
bin
700
metre
yükseklikteki volkanik bir vadi boyunca uzanır.
Kolomb’un bu kıtaya gelişinden çok önceleri
kurulmuş olan bu şehrin sakinleri, ekvatorun
sadece birkaç kilometre güneyinde olmalarına
rağmen,
etraftaki
tepelerde
kar
görmeye
alışkındır.
İsmini taşıdığı petrol şirketine hizmet etmek
için Ekvador’daki Amazon ormanı içine adeta
oyulmuş bir sınır karakolu ve askeri üssün
bulunduğu Shell şehri, başkent
Quito’dan
neredeyse 2 bin 400 metre aşağıdadır. Daha
ziyade askerler ve petrol işçileriyle, onlar için
amelelik ve fahişelik yapan Shuar ve Kichwa
kabilelerine mensup yerlilerin yaşadığı sıcak bir
şehirdir burası.
Bir şehirden diğerine dolambaçlı ama nefes
kesici güzellikteki bir yoldan gidilir. Yerlilere
göre, bu yolculuk sırasında bir gün içinde dört
mevsimi birden yaşarsınız.
O yoldan birçok kez geçmiş olmama rağmen,
benzersiz
manzara
beni
her
defasında
etkilemiştir. Bir yanda peş peşe dökülen
çağlayanlarla süslü dik yamaçlar yükselirken,
diğer yanda Amazon’un ana kollarından Pastaza
Nehri’nin, And Dağlarından bir yılan gibi
kıvrılarak indiği derin uçurumlar vardır. Pastaza,
İnkalar zamanında kutsal sayılan ve dünyanın en
yüksek aktif volkanlarından biri olan Cotopaxi
buzullarından 5 bin kilometre uzaktaki Atlantik
Okyanusu’na su taşır.
2003 yılında bir Subaru outback otomobile
atlayıp, o zamana kadar olanlardan çok farklı bir
misyonla Quito’dan ayrılıp Shell’e doğru yola
çıktım. Başlamasına katkıda bulunduğum bir
savaşı sonlandırmayı umuyordum. Biz ET’lerin
sorumluluğunu üstlenmemiz gereken birçok
şeyde olduğu gibi, yaşandığı ülke dışında
kimsenin bilmediği bir savaştı bu. Evlerinin,
ailelerinin ve topraklarının petrol şirketleri
tarafından yok edilmesini, hayatları pahasına
engellemekte kararlı Shuar, Kichwa ve onların
komşuları olan Achuar, Zaparo ve
Shiwiar
[7]
kabileleriyle buluşmaya gidiyordum. Yaşanan
şey onlar için çocuklarının ve kültürlerinin
ölüm-kalım mücadelesiyken, bizim için güç,
para ve doğal kaynak savaşı, aynı zamanda
dünya egemenliği için girilmiş mücadelenin ve
birkaç hırslı insanın küresel imparatorluk
rüyalarının parçasıydı.
Biz ET’lerin en iyi yaptığı şeylerden biridir
bu: Küresel bir imparatorluk kurmak. Biz, diğer
ulusları, (en büyük şirketlerimizi, hükümetimizi
ve bankalarımızı yöneten) şirketokrasiye boyun
eğmeye zorlayan koşulları yaratmak üzere,
uluslararası finans kuruluşlarını kullanan seçkin
bir grubuz ve mafyadaki muadillerimiz gibi,
‘iyilik’ de yaparız: Bunlar genellikle altyapı
(elektrik
santralleri,
otoyollar,
limanlar,
havaalanları, sanayi siteleri) yatırımları için
verilen borçlar şeklindedir. Bu tip borçların bir
şartı da, tüm projelerin bizim mühendislik ve
inşaat
firmalarımız
tarafından
gerçekleştirilmesidir. İşin aslı, paranın çoğu
ABD’yi terk etmez bile; sadece Washington’daki
bankalardan New York, Houston ya da San
Francisco’daki mühendislik ofislerine aktarılır.
Paranın
bu
şekilde
şirketokrasi
üyesi
işletmelere (yani, alacaklı tarafa) neredeyse
anında geri gelmesine rağmen, borçlu ülke hem
anaparayı hem de faizini son kuruşuna kadar
ödemek zorundadır. Eğer bir ET gerçekten
başarılıysa, verilen paranın miktarı o kadar
yüksek olur ki borçlu ülke birkaç sene sonra
ödemelerini yapamaz hale gelir. İşte o zaman da
biz, (tıpkı mafya gibi) diyetimizi isteriz. Bu da
genellikle şunlardan bir veya birkaçını içerir:
Birleşmiş Milletler’de alınacak bir kararda
ülkenin vereceği oyun kontrolü, topraklarında
askeri üsler kurulması, petrol ya da Panama
Kanalı gibi değerli kaynaklara erişim. Bu arada
borç yükümlülüğü tabii ki devam etmektedir ve
küresel imparatorluğumuza bir ülke daha
eklenmiştir.
2003 yılının o güneşli gününde Quito’dan
Shell’e doğru giderken, dünyanın bu tarafına ilk
defa geldiğim 35 yıl öncesini hatırladım.
[8]
Yüzölçümü sadece Nevada’nınki kadar olsa da,
Ekvador’un
30’dan
fazla
aktif
volkana,
dünyadaki kuş türlerinin %15’ine ve henüz
sınıflandırılmamış binlerce bitki türüne sahip
olduğunu, eski yerel lisanların da neredeyse
İspanyolca kadar konuşulduğunu ve çok çeşitli
kültürlerin bir arada bulunduğu bir ülke
olduğunu okumuştum. Onu büyüleyici ve
kesinlikle egzotik bulmuştum. Aklıma düşen
kelimeler; saf el değmemiş ve masum idi.
Ancak, 35 yılda çok şey değişmişti.
1968’deki ilk ziyaretim sırasında, Texaco
şirketi, Ekvador’un Amazon bölgesinde daha
yeni petrol bulmuştu. Şimdiyse ülke ihracatının
neredeyse yarısını petrol oluşturuyordu. İlk
ziyaretimden kısa bir süre sonra inşa edilen ve
And Dağlarını aşan bir boru hattı, o zamandan
beri yarım milyon varilden fazla petrolü (Exxon
Valdez’den
sızan
miktarın
iki
mislinden
fazlasını)
narin
yağmur
ormanlarına
sızdırmıştı.
Ekvador,
ET-örgütlü
bir
[9]
konsorsiyum tarafından 1.3 milyar dolara inşa
edilen 450 kilometrelik yeni boru hattı
sayesinde, artık ABD’ye petrol ihraç eden ilk 10
ülke arasına girmeyi hedefliyordu.
O arada
yağmur ormanında büyük bir bölüm tahrip
olmuş, tatlı su balığı makavlar ve ormandaki
jaguarlar neredeyse yok edilmiş, üç yerel
Ekvador kültürü yok olmanın eşiğine getirilmiş
ve billur gibi nehirler birer pislik yuvasına
dönüştürülmüştü.
Aynı dönem içinde yerli kültürler mücadele
etmeye başladı. Örneğin 7 Mayıs 2003’te 30
binden fazla Ekvador yerlisini temsil eden bir
grup Amerikalı avukat, ChevronTexaco şirketine
karşı 1 milyar dolarlık bir dava açtı. Davada
petrol devinin 1971 ile 1992 yılları arasında açık
çukurlara ve nehirlere, günde 4 milyon galondan
fazla petrol, ağır metal ve kanserojen madde
içeren zehirli atık döktüğü, arkasında insan ve
hayvanları hâlâ öldürmeye devam eden 350
civarında kapatılmamış atık çukuru bıraktığı
[10]
[11]
iddia ediliyordu.
Ormandan gelen büyük sis bulutları Pastaza
Nehri’nin
kanyonlarından
yukarıya
doğru
çıkıyordu. Gömleğim tere bulanmıştı, midem
kaynıyordu. Ama bunların nedeni sadece tropik
sıcak ya da yoldaki yılankavi dönemeçler
değildi.
O
güzelim
ülkenin
öyle
harap
edilmesinde oynadığım rolün bilincinde olmam,
beni yine rahatsız etmeye başlamıştı. Ben ve
benim gibi ET’ler yüzünden Ekvador artık biz
onu
modern
bankacılık,
mühendislik
ve
ekonomik
yöntemler
gibi
mucizelerle
tanıştırmadan öncesine kıyasla çok daha kötü
durumdaydı.
1970’den
beri,
yani
‘Petrol
Patlaması’ olarak bilinen dönemde resmi
yoksulluk oranı %50’den %70’e ve işsizlik
%15’den %70’e çıkarken, kamu borcu da 240
milyon dolardan 16 milyar dolara yükselmişti.
Aynı zaman diliminde milli kaynaklardan
nüfusun en yoksul kesimlerine ayrılan pay ise
%20’den %6’ya düşmüştü.
[12]
[13]
Ne yazık ki Ekvador bir istisna değildi. Biz
ET’lerin küresel imparatorluk şemsiyesi altına
getirdiğimiz neredeyse her ülke benzer bir
akıbete uğradı.
Üçüncü Dünya’nın borcu
2.5 trilyon dolara yükselirken, bu borcun faizi -
2004 itibarı ile senede 375 milyar dolar- tüm
Üçüncü Dünya sağlık ve eğitim harcamalarını ve
gelişmekte olan ülkelerin yıllık aldıkları dış
yardımın 20 katını aştı. Dünya nüfusunun
yarıdan fazlasının günlük kazancı 2 dolardan
azdır, ki 1970’lerin başında da ellerine geçen
yaklaşık yine bu kadardı. Öte yandan, gerçek
rakamlar ülkeden ülkeye değişiklik gösterse de,
bir Üçüncü Dünya ülkesindeki özel mülkiyetin
ve parasal kaynakların %70 ila %90’ı, o ülke
nüfusunun %1’inin elindedir.
Subaru,
hâlâ
aktif
olan
Tungurahgua
Dağı’ndan gelen volkanik yeraltı nehirlerinin
yarattığı kaplıcalarıyla tanınan sayfiye kenti
Baños’un sokaklarından geçerken yavaşladı.
Yanı başımızda koşan çocuklar bir yandan bize
el sallıyor, bir yandan da çiklet ve kurabiye
satmaya çalışıyordu. Sonra Baños geride kaldı; o
muhteşem
manzara
yerini
Dante’nin
Cehennem'inin modern uyarlamasını andıran bir
görüntüye bıraktı.
Devasa gri bir duvar, nehirden ucube gibi
yükseldi.
Islak
beton
duvarlar
çevredeki
manzarayla tamamen uyumsuz ve yapay bir
görünüm sergiliyordu. Aslında öyle bir şeyi
orada görmek beni şaşırtmamalıydı. Orada
pusuya yatmış halde beni neyin beklediğini,
başından beri biliyordum. Geçmişte onunla
birçok kez karşılaşmış ve ET’lerin başarılarının
bir sembolü olarak övmüştüm. Yine de
tüylerimin ürpermesine engel olamadım.
O iğrenç, biçimsiz duvar, Pastaza Nehri'ni
engelleyen ve sularını dağın içine oyulmuş
büyük tünellere kanalize ederek elektrik üreten,
156
megavatlık,
Agoyan
Hidroelektrik
Projesi’nin barajıdır. Bir avuç Ekvadorlu aileyi
zengin eden endüstrileri besleyen bu proje, nehir
boyunca yaşayan çiftçiler ve yerli halk için
[14]
sınırsız bir keder ve ıstırap kaynağı olmuştur. Bu
hidroelektrik santral benim ve diğer ET’lerin
gayretleriyle gerçekleştirilen birçok projeden
sadece bir tanesiydi. Ekvador’un bugün küresel
imparatorluğun bir parçası olmasının, Shuarlar
ile Kichwalar’i ve onların komşularını petrol
şirketlerimize karşı savaş açmanın eşiğine
getiren de işte bu tip projelerdir.
ET projelerinden dolayı dış borç içinde yüzen
Ekvador, milli bütçesinden haddinden fazla bir
payı resmi rakamlarla yoksulluk sınırının altında
olarak tanımladığı milyonlarca vatandaşına
yardım etmek için kullanmak yerine, borç
ödemelerine ayırmak zorundadır. Ekvador’un bu
borç yükünden kurtulmak için tek şansı da
yağmur ormanlarını petrol şirketlerine satmaktır.
Aslında, ET’lerin daha en başta gözlerini
Ekvador’a
dikmesinin
nedenlerinden
biri,
Amazon bölgesinin altında Ortadoğu’daki petrol
sahalarına rakip olabilecek büyüklükte bir petrol
denizi olduğuna inanılmasıydı.
Küresel
imparatorluk, diyetini petrol imtiyazları olarak
talep etmektedir.
11 Eylül 2001 sonrasında
Washington,
Ortadoğu’nun petrol arzını durdurmasından
korkunca, bu istekler özellikle acil hale geldi.
Üstelik ABD’nin üçüncü en büyük petrol
sağlayıcısı Venezuela’da yeni seçilen halkçı
başkan Hugo Chávez, ABD emperyalizmi olarak
nitelendirdiği şeye karşı güçlü bir biçimde cephe
almıştı ve ABD’yi petrol satışını kesmekle tehdit
ediyordu.
ET’ler
Irak
ve
Venezuela’da
çuvallamış ama Ekvador’da başarılı olmuştu; o
ülkeyi artık sonuna kadar sağabilirdik.
Ekvador ET’lerin tüm dünyada ekonomik-
politik yola getirdiği tipik ülkelerden biridir.
Petrol
şirketleri
bu
ülkedeki
yağmur
ormanlarından çıkartılan her 100 dolarlık ham
petrole karşı 75 dolar elde eder. Kalan 25
doların dörtte üçü dış borç ödemelerine gider.
Dörtte birin büyük bölümü de orduya ve diğer
devlet harcamalarına gidince sağlık, eğitim ve
yoksullara yardıma yönelik programlar için
[15]
yaklaşık
2.5
dolar
kalır.
Böylece
Amazon’dan her 100 dolarlık petrole karşı,
paraya gerçekten ihtiyacı olan, barajlar, sondaj
çalışmaları ve boru hatları yüzünden yaşamları
son derece olumsuz etkilenen ve kullanılabilir
gıda ile içilebilir su yokluğu yüzünden ölmekte
olan insanlar için kullanılmak üzere 3 dolardan
az para kalmaktadır.
Bu insanların hepsi (Ekvador’da milyonlar,
dünyada
milyarlarcası)
potansiyel
birer
teröristtir.
Komünizme
ya
da
anarşizme
inandıkları ya da yaratılıştan kötü oldukları için
değil, sadece çaresiz oldukları için öyle
addedilirler.
Karşımda yükselen baraja bakarken, o
insanların daha önce de birçok yerde, birçok kez
olduğu gibi ne zaman harekete geçeceğini
düşündüm; yani tıpkı 1770’lerde Amerikalılar’ın
İngiltere’ye ya da 1800’lerin başında Latin
Amerikalılar’ın İspanya’ya karşı yaptığı gibi.
Modern
imparatorluk
yaratma
işinde
gösterilen
ustalık
ve
kurnazlık,
Romalı
kumandanları, İspanyol istilacıları, 18. ve 19.
yüzyıl Avrupalı sömürgeci güçleri utandıracak
düzeydedir. Biz ET’ler cin gibiyizdir; tarihten
ders alırız. Kılıç taşımaz, bizi diğerlerinden
ayıran zırh veya giysiler giymeyiz. Ekvador,
Nijerya ve Endonezya gibi ülkelerde yerli bir
okul öğretmeni ya da dükkân sahibi gibi giyinir,
Washington ve Paris’te bir hükümet bürokratı
veya bankacı gibi görünürüz. Alçak gönüllü,
saygılı ve normal davranırız. Proje mahallerini
ziyaret eder, yoksul köyleri dolaşırız. Fedakârlık
taslar, yaptığımız harika hayırseverlik işlerinden
yerel
gazetelere
söz
ederiz.
Hükümet
komisyonlarının konferans masalarını, hesap
çizelgelerimiz ve finansal tahminlerimiz ile
donatıp, Harvard İşletme Okulu’nda makro-
ekonominin mucizeleri hakkında ders veririz.
Hep kayıt altında ve ortadayızdır. Daha doğrusu,
kendimizi öyle gösterir ve öyle kabul görürüz.
Sistem öyle çalışır. Gerekirse yasa dışı yollara da
başvururuz; çünkü sistemin kendisi hile ve
kandırma üzerine kurulmuştur ve sadece tanım
[16]
olarak yasaldır.
Ancak eğer başarılı olamazsak, devreye biz
ET’lerin
çakallar
olarak nitelendirdiği ve
soylarını doğrudan o eski imparatorluklara
dayandıran, çok daha sinsi bir tür girer. Çakallar
her zaman oradadır; gölgede beklerler. Ortaya
çıktıkları zamansa, devlet başkanları ya devrilir
ya da ölümcül kazalarda yaşamını yitirir.
Ve
eğer şanssızlık sonucu çakallar da başarısız
olurlarsa o zaman (Afganistan ve Irak’ta olduğu
gibi) eski usuller ortaya çıkar. Çakalların
başarısız olduğu yerlerde, genç Amerikalılar
öldürmeye ve ölmeye gönderilir.
O ucubenin, nehirden yükselen biçimsiz ve
devasa gri beton duvarın yanından geçerken,
giysilerime
bulaşan
terin
ve
midemdeki
kasılmaların çok iyi bilincindeydim. Suçluluk
duygusuyla bunalmış bir halde, yaratılmasında
benim de katkıda bulunduğum imparatorluğu
durdurmak için gerekirse son adamlarına kadar
savaşmaya kararlı yerli halkla görüşmek üzere
ormanın içine yöneldim.
Nasıl olmuştu da New Hampshire’nin kırsal
kesimlerinden gelen o sevimli çocuk böyle pis
işlere bulaşmıştı?
n
Dostları ilə paylaş: |