2-“Hayatın Boyunca...”
MAIN hukuki olarak kapalı bir kurum olarak
adlandırılabilirdi. Şirketin, 2 bin çalışanının
kabaca %5’i şirketin sahibiydi. Bunlar ‘ortak’
olarak anılır, konumlarına gıptayla bakılırdı.
Ortaklar diğer herkesten fazla hakka sahip
olmakla kalmayıp, asıl parayı da kazanan
gruptu.
Paylaştıkları
en
önemli
özellik
ketumluktu; önemli müşterileri olan devlet
başkanları ve üst düzey şirket yöneticileri
onlardan avukatlar ve psikiyatrlar gibi mutlak
gizliliğe titizlikle uymalarını isterdi. Basına
konuşmak kesinlikle yasaktı; öyle bir şey söz
konusu bile olamazdı. Dolayısıyla rakiplerimiz
olan Arthur D. Little, Stone&Webster ya da
Brown&Root,
Halliburton ve Bechtel gibi
firmalara aşina pek çok insan varken, MAIN
dışında çok az kişi bizden söz edildiğini
duymuştu.
Rakip
lafını
biraz
gevşek
anlamda
kullanıyorum, çünkü MAIN aslında başka bir
ligde
oynuyordu.
Personelimizin
büyük
çoğunluğu mühendisti. Ama hiç ekipmanımız
olmadığı gibi bir kulübe bile inşa etmemiştik.
Çalışanların çoğu eski asker olmasına rağmen ne
Savunma Bakanlığı ile iş yapmıştık, ne de başka
herhangi bir askeri kurumla. Asıl güçlü
olduğumuz
alan
alışılagelmişin
o
kadar
dışındaydı ki, şirketteki ilk aylarım boyunca ben
bile ne yaptığımızı anlayamamıştım. Sadece ilk
gerçek görevimin Endonezya’da olacağını ve
Cava Adası için bir
master
enerji planı
hazırlayacak on bir kişilik ekibin parçası
olacağımı biliyordum.
Anladığım bir başka şey de, o görev
hakkında benimle konuşan Einar ve diğerlerinin,
yörenin ekonomisinde bir patlama yaşanacağı,
eğer iyi bir tahminci olarak sivrilmek (ve
dolayısıyla terfi ettirilmek) istiyorsam, o yönde
öngörüler üretmem konusunda beni ikna etmek
için hevesli olduğuydu.
“Yükseliş çizgisi, grafiği delip geçecek!”
diyordu Einar, parmaklarını yukarıya doğru
kaydırırken. “Bir kuş gibi süzülerek yükselecek
bir ekonomiden söz ediyoruz!”
Einar sık sık birkaç gün süren seyahatlere
çıkardı. Kimse bunlar hakkında fazla konuşmaz,
nereye gittiğini bilmez görünürdü. Ofiste olduğu
zamanlar, beni bir kahve içip ayaküstü sohbet
etmeye davet eder, Ann ile yeni dairemiz ve
Ekvador’dan gelirken getirdiğimiz kedimiz
hakkında sorular sorardı. Onu tanıdıkça daha da
cüretkâr oldum, hem onun hakkında hem de
işimde yapmam beklenenler konusunda bilgi
edinmeye çalıştım. Ama hiçbir zaman tatmin
edici cevaplar alamadım; lafı döndürmekte çok
ustaydı Einar.
Öyle bir konuşma sırasında bana garip bir
ifadeyle baktı ve “Endişelenmene gerek yok,”
dedi. “Senden çok şey bekliyoruz. Geçenlerde
Washington’daydım...” Sesi hafifledi ve gizemli
bir şekilde gülümsedi. “Her neyse... Kuveyt’te
büyük bir projemiz olduğunu biliyorsun.
Endonezya’ya gitmene de daha bir süre var.
Bence zamanının bir kısmını Kuveyt hakkında
okuyarak
geçirmelisin.
Boston
Halk
Kütüphanesi bu konuda gayet iyi bir kaynaktır,
ayrıca sana MIT ve Harvard kütüphaneleri için
de giriş kartı çıkarabiliriz.”
O günden sonra kütüphanelerde, özellikle de
işyerimden birkaç blok ileride ve Back Bay’daki
evime
çok
yakın
olan
Boston
Halk
Kütüphanesi’nde uzun saatler geçirdim. Hem
Kuveyt, hem de Birleşmiş Milletler, IMF ve
Dünya Bankası tarafından yayınlanan ekonomik
istatistikler üzerine birçok kitapla haşır neşir
oldum. Benden Endonezya ve Cava için
ekonometrik modeller üretmem isteneceğini
bildiğim için, Kuveyt için öyle bir model
oluşturarak başlamaya karar verdim.
İş idaresindeki lisans derecem beni bir
ekonometrisi olarak hazırlamadığından, o işi
nasıl yapacağımı anlamak için çok zaman
harcadım. Hatta konuyla ilgili birkaç derse bile
kaydolacak
kadar
ileri
gittim.
O
arada
istatistiklerin, analistin eğilimlerini doğrulayanlar
da dahil olmak üzere, birçok farklı sonuçlar
çıkabilecek
şekilde
yorumlanabildiğim
keşfettim.
MAIN çok maço bir şirketti; 1971 yılında
profesyonel konumda olan sadece dört kadın
vardı bünyesinde. Ancak kişisel sekreterler (ki
her başkan yardımcısı ve bölüm müdürünün bir
tane vardı) ve biz geri kalanlarla ilgilenen steno
havuzu kadrolarında belki iki yüz kadın
bulunuyordu. Şirketteki cinsiyet ayrımcılığını
kanıksamış olduğumdan, bir gün Boston Halk
Kütüphanesinin referans bölümünde yaşananlar
beni gerçekten şaşkına çevirdi.
Esmer ve çekici bir hanım gelip benim
masama, tam karşımdaki sandalyeye oturdu.
Koyu yeşil takımı içinde çok rafine bir
görünümü vardı. Benden birkaç yaş büyük
olduğunu düşündüm. Ama onu fark ettiğimi
belli etmemeye ve kayıtsız görünmeye çalıştım.
Kadın birkaç dakika sonra tek kelime bile
etmeden, açık bir kitabı bana doğru itti. Kitapta
Kuveyt hakkında aramakta olduğum bilgileri
içeren bir tablo ve üzerinde de kadının adının,
Claudine Martin, da Chas. T. Main, Inc. Özel
Danışmanı olduğunu belirten bir kart vardı.
Açık yeşil gözlerine baktığımda, bana elini
uzattı. “Eğitimine yardımcı olmam istendi,” dedi.
Ertesi günden başlayarak MAIN’in Prudential
Center’deki genel merkezinden birkaç blok
ileride, Claudine’nin Beacon Sokağı’ndaki
dairesinde buluşmaya başladık. Birlikteliğimizin
daha ilk saatinde durumumun olağandışı
olduğunu anlatarak, her şeyi çok gizli tutmamız
gerektiğini söyledi. İşim hakkında kimsenin
bana ayrıntılı bilgi vermediğini bildiğini, çünkü
kendisinden başka kimsenin buna yetkisi
olmadığını da ekledi. Sonra da görevinin beni
bir ekonomik tetikçiye dönüştürmek olduğunu
belirtti.
Bu laf bir anda eski gizemli rüyalarımı
hatırlatmıştı
bana;
kendimden
çıktığını
duyduğum sinirli kahkaham ile utandım.
Claudine güldü ve o lafı kullanmalarının
ardındaki nedenlerden birinin de mizah yönü
olduğunu söyleyerek ekledi: “Kim bunu ciddiye
alır ki?”
Ekonomik tetikçilerin işlevleri hakkındaki
bilgisizliğimi itiraf ettim.
Gülerek, “Yalnız değilsin,” dedi. “Pis bir işte
çalışan ender bir türüz biz. Bu işle ilgini kimse,
karın bile bilemez.” Sonra ciddileşti. “Sana karşı
samimi olacağım, önümüzdeki haftalarda sana
elimden gelen her şeyi öğreteceğim. Ondan
sonra bir seçim yapmak zorundasın. Seçimin
kesin olacak. Bir kere girersen, hayatın boyunca
içeridesin.”
Ondan sonra ismin kendisini çok ender olarak
kullandı; bizler sadece ET idik.
O zamanlar bilmediğim bir şeyi çok sonraları
öğrenecektim. Claudine, NSA profilimin ortaya
çıkarttığı
kişilik
zaaflarımı
sonuna
kadar
kullanmıştı. Ona bu bilgiyi kimlerin verdiğini
bilmiyorum; Einar, NSA, MAIN’in personel
servisi ya da bir başkası olabilirdi. Ancak o
hepsini çok ustaca kullandı. Fiziki baştan
çıkartma ve sözlü manevraların karışımı olan bir
yaklaşım, özellikle benim için uyarlanmıştı; yine
de o zamandan beri çeşitli işletmeler tarafından
riskli durumlarda ve yüksek kazançlı anlaşmaları
bağlamak
baskısı
altında
kullanıldığını
gördüğüm standart işletim prosedürleriyle uyum
içindeydi. Gizli faaliyetlerimizi açıklayarak,
evliliğimi tehlikeye atmayacağımı en başından
beri biliyordu. Ve benden beklenen
işlerin
karanlık taraflarını anlatırken de oldukça açık
sözlü davrandı.
Maaşını kimin ödediği hakkında hâlâ en ufak
bir fikrim yok. Ama işvereninin kartvizitinin ima
ettiği gibi MAIN olmadığını düşünmek için bir
sebebim de var sayılmaz. O zamanlar bugün
belirgin olan soruları sormayacak kadar saf,
yılgın ve şaşkındım.
Claudine
bana işimin iki temel amacı
olduğunu söyledi. Birincisi, parayı devasa
mühendislik ve inşaat projeleri aracılığıyla
MAIN ve (Bechtel, Halliburton, Stone&Webster
ve
Brown&Root
gibi)
diğer
Amerikan
şirketlerine geri döndürecek büyük uluslararası
kredilerin alınmasına bahane yaratacaktım.
İkincisi, bu kredileri alan ülkeleri iflas ettirmek
için (tabii ki
MAIN
ve diğer Amerikan
şirketlerine olan borçlarını ödedikten sonra)
uğraşacak, böylece sonsuza kadar borçlu kalıp,
askeri üsler, BM oyları veya petrol ve diğer
doğal kaynaklara erişim gibi ihtiyaçlar ortaya
çıktığında kolay hedef olmalarını sağlayacaktım.
İşim bir ülkeye milyarlarca dolar yatırım
yapmanın etkilerini tahmin etmekti. Özellikle de
20 ila 25 yıl sonraki ekonomik büyümeyi tahmin
eden ve çeşitli projelerin etkilerini değerlendiren
çalışmalar yapacaktım. Örneğin yöneticilerini
Sovyet Rusya yandaşı olmamaları konusunda
ikna etmek için bir ülkeye 1 milyar dolar borç
verilmesine karar verilmişse bu paranın elektrik
santralleri
yatırımında
kullanılmasının
yararlarıyla yeni bir demiryolu şebekesi ya da
iletişim sistemi yatırımında kullanılmasının
yararlarını karşılaştıracaktım. Veya bir ülkeye
modern elektrik şebekesine sahip olma fırsatı
tanındığı zaman, öyle bir şebekenin verilecek
krediyi haklı kılacak boyutta bir ekonomik
büyümeye neden olacağını göstermek bana
düşecekti. Her durumda kritik faktör, Gayri Safi
Milli Hasıla (GSMH) idi. En yüksek ortalama
yıllık
GSMH
artışına
yol
açacak
proje
kazanacaktı yarışmayı. Eğer ortada tek bir proje
varsa, o zaman da onu geliştirmenin GSMH’ye
çok olumlu katkıları olacağını göstermem
gerekecekti.
Bu projelerin her birinin dile getirilmeyen bir
özelliği vardı: Hepsinin ortak amacı, dünya
üstündeki hükümetlerin uzun vadeli finansal
bağımlılıklarını
ve
dolayısıyla
politik
sadakatlerini garanti ederken, aynı zamanda
müteahhit firmalar için büyük kârlar yaratmak
ve krediyi alan ülkedeki bir avuç varlıklı, nüfuz
sahibi aileyi mutlu kılmaktı. Verilen borç ne
kadar büyük olursa o kadar iyiydi. Bir ülkenin
omuzlarına binen borç yükünün o ülkenin en
fakir vatandaşlarını onlarca yıl sağlık, eğitim ve
diğer sosyal hizmetlerden yoksun bırakacağıysa
dikkate bile alınmazdı.
Claudine ile birlikte GSMH’nin yanıltıcı
tabiatını açık açık tartıştık. Örneğin, nüfusun
çoğunluğu borç altında ezilirken bir kamu
hizmetleri şirketi sahibi (yani tek bir kişi) bile
çıkar sağlasa GSMH artışı gerçekleşebilir.
Zenginler daha da zenginleşirken, fakirler
fakirleşir. Ama nihayetinde, istatistiki açıdan
bakıldığında bu bir ekonomik ilerlemedir.
Çoğu Amerikan vatandaşı gibi, MAIN
çalışanlarının
büyük
bölümü
de
elektrik
santralleri, otoyollar ve limanlar yaparak o
ülkelere aslında iyilik yaptığımıza inanıyordu.
Okullarımız ve medyamız, tüm eylemlerimizi
birer özveri olarak algılamamız konusunda
bizleri
eğitmişti.
Yıllar
boyunca,
“Eğer
Amerikan bayrağını yakıp, elçiliğimize karşı
gösteri
yapacaklarsa,
neden
kahrolası
ülkelerinden çıkıp onları kendi sefaletleri ile baş
başa bırakmıyoruz?” gibi yorumlarla sürekli
olarak karşılaştım.
Bunları söyleyen insanların genellikle iyi
eğitimli olduğunu gösteren diplomaları vardır.
Ancak bu insanların, dünyanın her yerinde
elçilikler kurmamızın ardındaki gerçek nedenin,
kendi çıkarlarımıza hizmet etmek (ya da 20.
yüzyılın ikinci yarısındaki yönelişle Amerikan
devletini küresel bir imparatorluğa dönüştürmek)
olduğu hakkında en ufak bir fikirleri yoktur.
Onlar sahip oldukları tüm niteliklere rağmen, 18.
yüzyılda toprakları için savaşan Kızılderililerin
aslında şeytanın hizmetkârları olduğuna inanan
sömürgeciler kadar cahildirler.
Birkaç ay içerisinde o zamanlar yeryüzündeki
en yüksek nüfus yoğunluğuna sahip toprak
parçası olarak bilinen Endonezya’nın Cava
adasına
gitmek
üzere
yola
çıkacaktım.
Endonezya aynı zamanda petrol zengini ve
komünist faaliyetlerle kaynayan Müslüman bir
ülkeydi.
“Vietnam’dan sonraki domino taşı,” demişti
Claudine.
“Endonezyalıları
mutlaka
kendi
safımıza geçirmeliyiz. Eğer komünist bloğa
girerlerse, o zaman...” Parmağıyla boğazını
keser gibi yapıp sonra da tatlı bir şekilde
gülümsedi.
“Şöyle
diyelim:
Ekonomileri
hakkında ve özellikle tüm bu yeni santraller ve
enerji
nakil
hatları
yapıldıktan
sonra,
ekonominin nasıl patlayacağı konusunda senin
çok iyimser tahminlerde bulunman gerekecek.
Bu da USAID ve uluslararası bankaların
verilecek kredileri haklı göstermesine olanak
sağlayacak. Doğal olarak, sen de gerektiği gibi
ödüllendirileceksin. Ondan sonra da egzotik
yerlerde başka projelere geçebilirsin; dünya
senin alışveriş araban olacak.” Ama rolümün zor
olacağı konusunda da uyardı beni. “Banka’daki
uzmanlar peşine düşecektir. Onların görevi senin
tahminlerinde hata bulmak; bunun için para
alıyorlar. Seni ne kadar kötü gösterirlerse,
kendileri o kadar iyi görünür.”
Bir gün Claudine’ye, Cava’ya gönderilen
MAIN ekibinde on
kişi
daha
olacağını
hatırlattım. Onların da benimle aynı eğitimi alıp
almadığını sordum. Öyle olmadığı konusunda
beni ikna eti.
“Onlar mühendis,” dedi. “Elektrik santralleri,
enerji nakil ve dağıtım hatları, limanlar, yollar
tasarlayıp yaparlar. Sen ise beklenen kişisin.
Yapacağın tahminler, onların tasarladıkları
sistemlerin
büyüklüklerini
ve
verilecek
kredilerin boyutlarını belirler. Görüyorsun ya,
anahtar sensin.”
Claudine’nin
dairesinden
her
çıkışımda
yaptığımın doğru olup olmadığını düşünürdüm.
Kalbimin derinliklerinde bir yerde, doğru
olmadığını hissediyordum. Ama geçmişimdeki
düş kırıklıkları peşimi bırakmıyordu. MAIN,
hayatımda sahip olamadığım her şeyi bana
sunuyor gibiydi ama ben yine de kendime Tom
Paine’nin
tüm
bunları
onaylayıp
onaylamayacağını soruyordum. Sonunda her şey
hakkında daha fazla bilgi edinerek ve bizzat
yaşayarak, foyalarını ileride daha iyi şekilde
ortaya çıkarabileceğim konusunda kendimi ikna
ettim. Yani o eski ‘kaleyi içten fethetmek’
bahanesi.
Bu fikri Claudine ile paylaştığım zaman
yüzüme şaşkınlıkla baktı. “Saçmalama. Bir kere
girersen bir daha asla çıkamazsın. Daha ileri
gitmeden karar vermen lazım.” Ne demek
istediğini anladım ve bu da beni ürküttü.
Dairesinden çıktıktan sonra
Commonwealth
Caddesi’nden aşağıya doğru yürüyüp Dartmouth
Sokağı’na dönerken, aslında bir istisna olduğum
hakkında kendi kendimi rahatlatıyordum.
Birkaç ay sonra bir akşamüstü, Claudine ile
birlikte
pencerenin
önündeki
kanepenin
üzerinde oturmuş Beacon Sokağı’na yağan karı
seyrediyorduk. “Biz küçük, sadece üyelere açık
bir
kulübüz,”
dedi.
“Dünyadaki
ülkeleri
milyarlarca dolar dolandırmak için para alıyoruz;
hem de çok para. Senin işinin büyük bölümü,
dünya liderlerini ABD’nin ticari çıkarlarını
gözeten büyük bir ağın parçası olmaya teşvik
etmek. Sonunda bu liderler sadakatlerini garanti
edecek bir borç batağına saplanır. Sonra da
onları
politik,
ekonomik
ya
da
askeri
ihtiyaçlarımız
için
ne
zaman
istersek
kullanabiliriz. Karşılığında onlar da halklarına
sanayi siteleri, elektrik santralleri ve havaalanları
sağlayarak, politik durumlarını güçlendirir. Tüm
bunlar olurken Amerikan mühendislik ve inşaat
firmaları da inanılmaz derecede zenginleşir.”
O akşamüstü Claudine’nin dairesinin sakin
atmosferinde, pencerenin önünde oturmuş,
dışarıdaki kar yağışını seyrederken girmek üzere
olduğum
mesleğin
tarihçesini
öğrendim.
Claudine bana tarih boyunca imparatorlukların
genelde askeri güç veya askeri güç tehdidiyle
nasıl kurulduğunu anlattı. Ama askeri çözüm,
İkinci
Dünya
Savaşı’nın
sonu,
Sovyetler
Birliği’nin ortaya çıkması ve nükleer felaket
tehdidi nedeniyle çok riskli bir hal almıştı.
Karar
anı,
1951’de
İran’ın,
doğal
kaynaklarını sömürmekte olan bir İngiliz petrol
şirketine karşı ayaklanmasıyla oluştu. Söz
konusu şirket bugünün BP’sinin, yani British
Petroleum’un öncüsü idi. İran’ın popüler ve
demokratik yollarla seçilmiş başbakanı (ve TIME
dergisinin
1951’de
yılın
adamı
seçtiği)
Muhammed Musaddık İran’ın
tüm
petrol
kaynaklarını millileştirdi. Buna son derece kızan
İngiltere de, İkinci Dünya Savaşı’ndaki müttefiki
ABD’nin yardımını istedi. Ancak her iki ülke de
askeri bir misillemenin Sovyetler Birliği’ni,
İran’ın
yanında
harekete
geçmeye
[19]
kışkırtmasından çekiniyordu.
Washington çareyi deniz piyadeleri yerine,
CIA ajanı (ve Theodore Roosevelt’in torunu)
Kermit Roosevelt’i İran’a göndermekte buldu.
Roosevelt insanları para ya da tehditle kendi
tarafına çekmekte üstün başarı gösterdi. Sonra
da o insanları kargaşa çıkartmak ve bir dizi
sokak gösterisi düzenlemek için harekete
geçirerek Musaddık’ın hem beceriksiz, hem de
halkın desteğini yitirmiş biri olduğu izlenimini
yarattı.
Sonunda
Musaddık
devrildi
ve
yaşamının geri kalan kısmını ev
hapsinde
geçirdi, Amerikan yanlısı Muhammed Rıza Şah
da tartışmasız diktatör oldu. Kermit Roosevelt,
benim de saflarına katılmakta olduğum yeni bir
mesleğin temellerini atmıştı.
Roosevelt’in bu kumarı Ortadoğu tarihine
şekil verirken, bir yandan da imparatorluk
kurma konusundaki tüm eski stratejileri de
geçersiz kılmıştı. Bu aynı zamanda, ABD’nin
Kore ve Vietnam bozgunlarıyla son bulacak
olan, ‘nükleer olmayan kısıtlı askeri harekât’
konusundaki denemelerinin de başlangıcına
rastlamıştı. NSA ile mülakat yapmış olduğum
1968 yılına gelindiğinde, ABD’nin küresel
imparatorluk emellerine (Johnson ve Nixon
gibilerince
öngörüldüğü
şekliyle)
ulaşmak
istiyorsa, Roosevelt’in İran örneğindeki gibi
stratejiler kullanması gerekeceği açıkça belli
olmuştu.
Nükleer
savaş
tehdidi
olmadan
Sovyetleri yenmenin tek yolu buydu.
Ancak bir sorun vardı. Kermit Roosevelt bir
CIA çalışanı idi. Yakalanmış olsaydı, sonuçlar
vahim olurdu. Yabancı bir hükümeti devirmek
için ilk ABD operasyonunu gerçekleştirmişti ve
bunu daha birçoğunun izlemesi muhtemeldi.
Öyleyse
Washington’u
işe
doğrudan
bulaştırmayacak bir yol bulunması gerekiyordu.
Neyse ki 1960’lı yıllar bir tür devrime daha
şahit olmuştu: Dünya Bankası ve IMF gibi
uluslararası kuruluşların ve çokuluslu örgütlerin
yetkilendirilmesi. Çokuluslu örgütler, öncelikle
Amerika Birleşik Devletleri ve Avrupa’daki
[20]
kardeş imparatorluk mimarları tarafından finanse
ediliyordu. Böylece hükümetler, şirketler ve
çokuluslu örgütler arasında çıkara dayalı bir
ilişki oluştu.
Ben,
Boston
Üniversitesi
İş Yönetimi
Okulu’na
kaydolmadan
önce
CIA,
ajan
Roosevelt sorununa bir çözüm bulmuştu bile.
ABD
istihbarat
örgütleri
(NSA’nın
da
katılımıyla) muhtemel ET’leri belirleyecek,
çokuluslu şirketler de bunları işe alacaktı. ET’1er
hiçbir zaman hükümet bordrolarına girmeyecek,
maaşlarını özel sektörden alacaktı. Sonuç olarak
kirli işleri (ortaya çıkarsa) hükümet politikası
yerine kurumsal ihtirasa bağlanacaktı. Üstelik
onları tutan şirketler, maaşları her ne kadar
hükümet
mercileri
ve
onların
çokuluslu
bankacılık muadilleri tarafından (vatandaşın
vergileriyle)
ödeniyor
olsa
da,
marka,
uluslararası ticaret ve Bilginin Serbest Dolaşımı
yasaları dahil bir sürü yasal girişim sayesinde
meclis gözetimine ve kamu incelemesine de
girmeyecekti.
“Görüyorsun ya,” dedi Claudine. “Sen daha
birinci
sınıftayken
başlayan
gururlu
bir
geleneğin yeni nesliyiz biz.”
|