Sağduyu'da
vatandaşlarına
sunduğu şey, genç Endonezyalı dostlarımın
sözünü ettiği ruh idi: Bir üst gücün adaletine
güven. İngiliz monarşisine ve onun seçkin sınıf
sistemlerine tümüyle karşı olan bir hürriyet ve
eşitlik dini. Müslümanların sunduğu da çok
farklı değildi: Yüksek bir güce olan güven ve
gelişmiş ülkelerin dünyanın geri kalanına baskı
yaparak onları sömürmeye hakları olmadığı
inancı.
Gönüllü
sömürge
milisleri
gibi
Müslümanlar da hakları için mücadele etmek
tehdidinde
bulunuyordu
ve
İngilizler’in
1770’lerde yaptığı gibi, biz de o tür hareketleri
terörizm olarak sınıflandırıyorduk. Tarih kendini
tekrarlıyor gibi görünüyordu.
ABD ile yandaşları, Vietnam’daki gibi
sömürge savaşları için harcadıkları paraları,
dünyadaki açlığı ortadan kaldırmak, eğitim ve
temel sağlık hizmetlerinden (bizim insanlarımız
da
dahil)
tüm
insanların
yararlanmasını
sağlamak için kullansa, dünyanın nasıl bir yer
olacağını
düşündüm.
Kendimizi
sefaletin
nedenlerini ortadan kaldırmaya, su havzalarını,
ormanları ve temiz kaynakları korumaya, yani
ruhlarımızı besleyen şeyleri sağlayan doğal
alanları korumaya adamış olsak, gelecek
nesillerin bundan nasıl etkileneceğini merak
ettim. Kurucu Atalarımız’ın yaşam, özgürlük ve
mutluluğu arama hakkının, sadece Amerikalılar
için
geçerli
olduğunu
düşündüklerine
inanmıyordum; o zaman neden şimdi bu
insanların karşısında, daha önce savaştığımız
emperyalist değerleri destekleyen stratejiler
uyguluyorduk?
Endonezya’daki son gecemde, bir rüyadan
uyanıp yatağımın içinde oturdum ve ışığı
yaktım. Odada sanki biri varmış gibi geliyordu.
Etrafımdaki
tanıdık
InterContinental
Oteli
mobilyalarına, batik kilimlere ve duvarda asılı
duran çerçevelenmiş gölge kuklalara göz
gezdirdim. Birden gördüğüm rüyayı hatırladım.
İsa Mesih, önümde duruyordu. Küçük bir
çocukken her akşam konuştuğum, dua ettikten
sonra
düşüncelerimi
paylaştığım
İsa’ya
benziyordu. Yalnız çocukluğumdaki İsa açık
tenli ve sarışınken, bunun kıvırcık siyah saçları
ve koyu renk bir teni vardı. Yere eğildi ve bir
şeyi alıp omzuna kaldırdı. Önce bunun bir haç
olduğunu
zannettim.
Ama
sonra
bunun
ucundaki tekerlek başının üzerinde metalik bir
hale gibi duran bir araba aksı olduğunu gördüm.
Alnından kan gibi yağ damlıyordu. Doğruldu,
gözlerimin içine baktı ve “Eğer şimdi gelecek
olsaydım, beni değişik bir biçimde görürdün,”
dedi. Nedenini sordum. “Çünkü,” diye cevap
verdi. “Dünya değişti.”
Saate baktım. Gün neredeyse doğmak
üzereydi.
Yeniden
uyuyamayacağımı
bildiğimden, giyindim ve asansöre binip boş
lobiye
indim,
sonra
yüzme
havuzunun
etrafındaki
bahçelerde
gezintiye
çıktım.
Gökyüzünde ay parıldıyor, orkidelerin tatlı
kokusu havaya yayılıyordu. Bir şezlonga uzanıp
orada ne yaptığımı, hayatımdaki rastlantıların
beni neden o yola ve Endonezya’ya getirdiğini
düşünmeye başladım. Hayatımın değiştiğini
biliyordum. Ama bu değişimin ne kadar köklü
olduğu hakkında hiçbir fikrim yoktu.
Dönüş yolumda Ann ile Paris’te buluşup,
yeniden bir araya gelmeyi denedik. Ama Fransa
tatili sırasında bile kavgalarımız sürüyordu.
Birçok özel ve güzel anlar olsa da, sanırım
ikimiz de kızgınlık ve kırgınlıklarla dolu uzun
geçmişimizin, aşılamayacak kadar büyük bir
engel oluşturduğunu anlamıştık.
Zaten ona söyleyemeyeceğim çok şey vardı.
Bunları paylaşabileceğim tek kişi Claudine idi ve
sürekli onu düşünüyordum. Ann ile Boston
Logan Havaalanı’na indikten sonra, birer taksiye
binerek, Back Bay’daki ayrı yaşadığımız
dairelerimize gittik.
|