BÖLÜM IV 1981-GÜNÜMÜZ
26-Ekvador Başkanı’nın Ölümü
MAIN’den ayrılmak kolay olmadı; Paul
Priddy bana inanmayı reddediyordu. “1 Nisan
şakası yapıyorsun,” dedi göz kırparak.
Ciddi olduğum konusunda kendisini ikna
ettim. Paula’nın, insanları kızdırabilecek veya bir
ET olarak yaptıklarımı açıklayacağım şüphesi
uyandırabilecek
herhangi
bir
davranışta
bulunmamam
konusundaki
öğüdünü
de
hatırlayarak, MAIN’in benim için yapmış olduğu
her şeyi takdir ettiğimi vurguladım. Ama artık
yollarımızı
ayırma
zamanının
geldiğine
inandığımı söyledim. Hep, dünyada MAIN
aracılığıyla tanımış olduğum insanlar hakkında
yazmak istemiştim ama politik anlamda değil.
National Geographic ve diğer dergiler için
serbest olarak çalışmak ve yolculuk etmeye
devam etmek istediğimi söyledim. MAIN’e olan
bağlılığımı belirttim ve her fırsatta onu
öveceğime söz verdim. Sonunda Paul razı oldu.
İstifamı izleyen günlerde, hemen herkes beni
kararımdan vazgeçirmeye çalıştı. MAIN’in
benim için ne kadar iyi bir yer olduğu söylendi,
hatta aklımı kaçırmış olabileceğim bile dile
getirildi. Sonunda, biraz da onları kendilerini
sorgulamaya zorladığı için, kimsenin kendi
isteğimle ayrıldığımı kabul etmek istemediği
sonucuna vardım. Eğer ben ayrılmak istediğim
için deli değilsem, o zaman onlar kaldıkları için
kendi
nedenlerini
sorgulamak
zorunda
kalabilirlerdi. Beni mantıklı düşünemeyen bir
insan olarak görmek, onlar için daha kolaydı.
En
rahatsız
edici
olanıysa,
kendi
çalışanlarımın tepkileriydi. Onların gözünde
onları terk ediyordum ve yerimi alacak belli biri
de yoktu. Ancak, kararımı vermiştim. Ayağımı
sürüyerek geçen bunca yıldan sonra, her şeye
yeniden başlamak konusunda kararlıydım.
Ne yazık ki, olaylar o kadar basit değildi.
Evet, artık bir işim yoktu ama imtiyazlı ortak
olmaktan çok uzak olduğum için, hisselerimi
satınca elime geçen para emekli olmam için
yeterli değildi. MAIN’de birkaç sene daha
kalmış olsaydım, bir zamanlar düşlediğim o kırk
yaşındaki milyoner olabilirdim. Ancak, otuz
beşimde o hedefe ulaşmak için önümde daha
uzun bir yol vardı. Boston’da soğuk ve kasvetli
bir Nisan ayı idi.
Sonra bir gün Paul Priddy arayıp, ofisine
gitmem
için
neredeyse
yalvardı.
“Müşterilerimizden biri bizi bırakmakla tehdit
ediyor,” dedi. “Kendilerini uzman tanık olarak
senin temsil etmeni
istedikleri
için
bizi
tutmuşlardı.”
Bunun hakkında çok düşündüm. Paul’un
karşısına oturduğum zaman, kararımı vermiştim.
Fiyatımı söyledim: MAIN’deki maaşımın üç
katından fazla bir ücret. Beklemediğim bir
şekilde, kabul etti ve bu benim yeni işimin
başlangıcı oldu.
Ondan sonraki birkaç sene boyunca, özellikle
yeni elektrik santralleri yapımı projelerinin kamu
altyapı komisyonlarınca onayını isteyen ABD
elektrik şirketleri için yüksek ücretli bir uzman
tanık olarak çalıştım. Müşterilerimden biri de
New Hampshire Kamu Hizmet Şirketi idi.
Görevim, yemin altında, oldukça tartışmalı
Seabrook
Nükleer
Santrali’nin
ekonomik
fizibilitesini savunmaktı.
Artık Latin Amerika ile doğrudan bir ilgim
olmasa da, oradaki olayları izlemeyi sürdürdüm.
Bir uzman tanık olarak, duruşmalar arasında
oldukça zamanım oluyordu. Paula ile temasımı
devam ettirdim ve uluslararası petrol politikası
sahnesinde bir anda öne çıkan Ekvador’daki
Barış Gönüllüleri günlerimden kalan eski
dostlukları yeniledim.
Jaime Roldós ilerliyordu. Seçim kampanyası
sırasında vermiş olduğu sözleri ciddiye almış ve
petrol şirketlerine karşı tam yol saldırıya
geçmişti.
Panama
Kanalı’nın
her
iki
yanındakilerin çoğunun görmedikleri ya da göz
ardı ettikleri birçok şeyi görüyor gibiydi.
Dünyayı
küresel
bir
imparatorluk
haline
getirmeyi ve ülkesinin insanlarını nerede ise
hizmetkârlık seviyesinde bir role indirgemeyi
amaçlayan akımları anlıyordu. Onun hakkındaki
gazete makalelerini okudukça, sadece kendini
adamışlığı ile değil, olayların ardındaki derin
anlamları algılama yeteneği ile de beni
etkilemişti. Ve bu derin anlamlar dünya
politikasında yeni bir çağa girmekte olduğumuz
gerçeğine işaret ediyordu.
1980 Kasım ayında Carter, ABD başkanlık
seçimlerinde Ronald Reagan’a karşı kaybetti.
Torrijes ile imzalamış olduğu Panama Kanalı
Anlaşması, İran’daki
durum,
özellikle
de
Tahran’da ABD Elçiliği’nde tutulan rehineler ve
başarısız kurtarma operasyonu, ana sebeplerdi.
Ancak, ortada dönen bir şeyler daha vardı. En
büyük hedefi küresel barış olan ve kendini
ABD’nin petrole olan bağımlılığını azaltmaya
adamış bir başkan gitmiş, yerine ülkenin hak
ettiği yerin, askeri güç ile elde edilmiş dünya
piramidinin tepesi olduğuna ve nerede olurlarsa
olsunlar, petrol sahalarını kontrol etmenin Bariz
Kader'imizin bir parçası olduğuna inanan bir
insan gelmişti. Beyaz Saray’ın çatılarına güneş
enerjisi panelleri yerleştiren bir başkanın yerine,
[66]
Oval Ofis’e gelir gelmez onları söktüren biri
gelmişti.
Carter belki etkin olmayan bir politikacı
olabilirdi ama Amerika için, Bağımsızlık
Bildirgesi’nde tanımlanmış olanla tutarlı bir
vizyonu
vardı.
Bugün
geriye
dönüp
bakıldığında,
Carter
nerede
ise
saflık
derecesinde eski kafalı görünüyor; bu ulusu
yaratan ve büyükbabalarımızı kıyılarına çeken
ideallere geri dönmek gibi bir şey. Ondan hemen
öncekilerle
ve
sonrakilerle
kıyasladığımız
zaman, bir garip gözüküyor. Dünya görüşü
ET’lerinkine hiç benzemiyordu.
Diğer yanda ise Reagan, kesinlikle bir küresel
imparatorluk
mimarı
ve
bir
şirketokrasi
hizmetkârı
idi.
Seçildiği
zamanlar,
bir
Hollywood aktörü olmasını - mogullardan
gelen emirleri uygulayan ve emir almasını bilen
biri - çok uygun bulmuştum. Onun tanımı da
buydu. Büyük şirketlerin CEO ofisleri ile banka
yönetim kurulları ve hükümet koridorları
arasında gidip gelen adamların işlerini görecekti.
Ona hizmet eder görünen ama aslında hükümeti
yönlendiren Başkan Yardımcısı George H. W.
Bush, İçişleri Bakanı George Shultz, Savunma
Bakanı Caspar Weinberger, Richard Cheney,
Richard Helms ve Robert McNamara
gibi
adamlara
hizmet
edecekti.
Bu
adamların
istediklerini savunacaktı: Verdiği emirlere uyan
bir dünyayı ve tüm kaynaklarını kontrol eden bir
Amerika; Amerika tarafından yazılmış kuralları
uygulayan bir ABD silahlı kuvvetleri ve küresel
imparatorluğun CEO’su olarak Amerika’yı
destekleyen uluslararası bir ticaret ve bankacılık
sistemi.
Geleceğe baktıkça, ET’ler için çok iyi olacak
bir
döneme
giriyoruz
gibi
görünüyordu.
Ayrılmak için tam da bu zamanı seçmiş olmam
kaderin
bir
cilvesi
idi.
Ama
üzerinde
düşündükçe, yaptığımın doğruluğuna daha da
ikna
oluyordum.
Zamanlamamın
doğru
olduğunu biliyordum.
Uzun vadede bunun ne anlam ifade ettiğine
gelince, kristal bir kürem yoktu; ancak, tarihten
imparatorlukların sonsuza dek sürmediklerini ve
her çıkışın bir inişi olduğunu biliyordum. Benim
bakış açımdan,
Roldós
gibi insanlar ümit
veriyorlardı.
Ekvador’un
yeni
başkanının
mevcut
durumun
inceliklerinin
çoğunu
anladığına emindim. Torrijos’un bir hayranı
olduğunu ve Panama Kanalı meselesindeki cesur
tutumundan
dolayı
Carter’i
alkışladığını
biliyordum.
Roldós’un
tökezlemeyeceğine
emindim. O ve Torrijos gibilerinin kararlılık ve
cesaretlerinin diğer ülkelerin liderlerine de örnek
olacağını ümit ediyordum.
1981’in başlarında, Roldós yönetimi yeni
Hidrokarbonlar
Yasası’nı
Ekvador
parlamentosuna resmen sundu. Bu yasa, eğer
uygulanırsa, ülkenin petrol şirketleri ile olan
ilişkilerinde bir reform yaratacaktı. Birçok
yönden
devrimci,
hatta
radikal
olarak
nitelendiriliyordu.
İşlerin
yapılma
şeklini
değiştirmeyi
amaçladığı
kesindi.
Etkisi
Ekvador’un çok ötesine, Latin Amerika’nın
büyük
bir
bölümüne
ve
tüm
dünyaya
[67]
[68]
yayılacaktı.
Petrol şirketleri beklenilen şekilde tepki verdi;
tüm
kartlarını
oynadılar.
Halkla
ilişkiler
personeli, Jaime Roldós’a çamur atarken,
lobiciler de, tehdit ve rüşvet dolu çantalarıyla
Quito ve Washington’a gittiler. Ekvador’un
modern zamanlarda demokratik olarak seçilmiş
olan ilk başkanını, başka bir Castro olarak
göstermeye çalıştılar. Ama Roldós baskılara
boyun eğmedi. Politika ile petrol - ve din -
arasındaki komployu suçlayarak karşılık verdi.
Summer Dil Enstitüsü’nü petrol şirketleri ile
işbirliği içinde olmakla açıkça itham etti ve sonra
da, çok cesurca - ve belki de düşüncesizce -
enstitüyü ülkeden attı.
Yasa teklifini parlamentoya göndermesinin
üzerinden sadece haftalar geçmişken ve enstitü
misyonerlerini henüz birkaç gün önce kapı dışarı
etmişken Roldós, petrol şirketleri de dahil olmak
üzere, tüm yabancı kurumları, Ekvador halkına
yardımcı
olacak
planlar
uygulamaya
[69]
koymazlarsa,
ülkesinden
çıkmak
zorunda
bırakılacakları konusunda uyardı. Quito’daki
olimpik Atahualpa stadyumunda önemli bir
konuşma
yaptıktan
sonra
Ekvador’un
güneyindeki küçük, bir kasabaya gitti.
Orada, 24 Mayıs 1981 ’de, bir uçak
kazasında öldü.
Dünya şok olmuştu. Latin Amerikalılar ise
hiddetten köpürüyorlardı. Güney yarımküredeki
gazeteler “CIA Suikasti!” diye bağıran manşetler
attı.
Washington
ve
petrol
şirketlerinin
kendisinden nefret etmeleri bir yana, birçok olay
da bu iddiaları destekler görünüyordu ve başka
gerçekler de ortaya çıktıkça bu şüpheler iyice
güçlendi. Sonunda hiçbir şey kanıtlanamadı ama
tanıklar Roldós’un, hayatına kastedildiğinden
şüphelendiği için önlem aldığını, bu önlemler
arasında iki uçakla yolculuk etmek olduğunu da
söylüyorlardı.
İddiaya
göre,
güvenlik
görevlilerinden biri son dakikada onu diğer
uçağa binmeye ikna etmişti. O uçak da havaya
[70]
uçmuştu.
Dünyanın tepkisine rağmen, bu haber ABD
medyasında neredeyse hiç yer almadı.
Ekvador’un başkanlığını Osvaldo Hurtado
devraldı. Summer Dil Enstitüsü’nü ve onun
petrol şirketi destekçilerini geri getirdi. Yıl
bitmeden, Texaco ve diğer yabancı şirketler
Guayaquil Körfezi’nde ve Amazon Havzası’nda
petrol aramak üzere iddialı bir program
başlatmıştı.
Roldós’a övgüsünde, Omar Torrijos ona
“kardeşim” diye seslendi. Aynı zamanda, kendi
suikastı ile ilgili olarak karabasanlar gördüğünü
de itiraf etti; muazzam bir ateş topu içerisinde
gökten düştüğünü görüyordu. Bir kehanet
gibiydi.
|