laundering Affair) demekti ama aynı zamanda
şakayla karışık bir kelime oyunuydu; krallığın
merkez bankasının adı Suudi Arabistan Para
Ajansı (Saudi Arabian Monetary Agency) veya
SAMA idi.
Bazen bir Hazine temsilcisi de bize katılırdı.
Bu toplantılarda çok
az
soru
sorardım.
Çoğunlukla sadece işimi tarif eder, sorularına
yanıt verir ve benden ne istenirse yapmaya
gayret
etmeyi
kabul
ederdim.
Müdür
yardımcıları ve Hazine temsilcileri, özellikle
benim
uzun
vadeli
bakım
ve
yönetim
anlaşmaları
ile
ilgili
fikirlerimden
etkilenmişlerdi. Hatta müdür yardımcılarından
biri, ondan sonra Krallığa atfen sık sık
kullandığımız, “Güneş emekliliğimiz üzerinde
batana kadar sağabileceğimiz inek” deyimini
yaratmıştı. Bu deyim, benim zihnime nedense
hep inek yerine keçinin görüntüsünü getirmiştir.
Bu
toplantılar
esnasında,
rakiplerimizin
çoğunun
benzer
işlerle
uğraştıklarını
ve
hepimizin de, ortaya koyduğumuz çabalardan
dolayı
sonunda
cömert
kontratlar
ile
ödüllendirilmeyi beklediğimizin farkına vardım.
MAIN’in ve diğer şirketlerin, kaz gelecek
yerden tavuk esirgenmez mantığıyla, bu ön
çalışmaların
faturasını
üstlendiklerini
varsayıyordum. Bunun nedenlerinden biri de,
günlük personel zaman çizelgem üzerinde
zamanımı fatura ettiğim numaranın ortak ve idari
bir genel gider hesabı olması idi. Bu yaklaşım,
çoğu projenin araştırma, geliştirme ve teklif
hazırlama safhalarında tipik olarak kullanılırdı.
Evet, bu defa ilk yatırım miktarı normalin çok
üstünde idi ama o müdür yardımcıları, miktarın
geri
ödeneceğinden
son
derece
emin
görünüyorlardı.
Rakiplerimizin de bu işin içinde olduklarını
bilmemize rağmen hepimiz, herkese yetecek
kadar iş olduğunu varsayıyorduk. Dağıtılacak
ödüllerin, yaptığımız işin Hazine tarafından
kabul edilme düzeyini yansıtacağını ve sonunda
hayata geçecek planları öneren danışmanların,
en iyi kontratları alacaklarını bilecek kadar da bu
işin içerisindeydim. Tasarla-ve- yap safhasına
ulaşacak senaryolar üretmeyi, kişisel bir meydan
okuma olarak alıyordum. MAIN içinde yıldızım
hızla
yükseliyordu.
SAMA’daki
anahtar
oyunculardan biri olmak, eğer başarılı olursak,
bu yükselişin hızlanmasını garantilerdi.
Toplantılarda,
SAMA
ve
tüm
JECOR
operasyonunun bir örnek oluşturacağı olasılığını
da açıkça konuşuyorduk. Uluslararası bankalar
aracılığı ile borç almaya ihtiyacı olmayan
ülkelerde kârlı işler yaratmak için yepyeni bir
yaklaşımdı bu. Böyle ülkelere örnek olarak akla
hemen İran ile Irak geliyordu. Üstelik insan
doğasını da göz önüne alarak, bu ülkelerin
liderlerinin de muhtemelen Suudi Arabistan'ı
taklit etmek isteyeceklerini düşünüyorduk. İlk
başta o kadar olumsuz görünen 1973 petrol
ambargosunun, son kertede mühendislik ve
inşaat firmalarına birçok beklenmeyen armağan
sunacağını ve küresel imparatorluğa giden yolu
kolaylaştıracağı kesin gibi görünüyordu.
Yaklaşık sekiz ay boyunca ama hiçbir zaman
yoğun birkaç günü aşmayan bir şekilde, özel
konferans salonuma veya Boston Common
Parkı’na bakan apartman daireme kapanarak, bu
hayal ışığında çalıştım. Personelimin başka
görevleri vardı ve düzenli olarak onları kontrol
etsem de, çoğunlukla başlarının çaresine
bakıyorlardı.
Zaman
geçtikçe
işimizin
etrafındaki gizlilik perdesi de aralandı. Gittikçe
daha fazla kişi, ortalıkta Suudi Arabistan ile ilgili
bir şeylerin döndüğünün farkına varmaya
başladı. Heyecan arttı, dedikodular başladı.
Müdür yardımcıları ve Hazine temsilcileri de,
sanırım biraz da bu dâhiyane plan hakkındaki
detaylar ortaya çıkıp, kendileri de daha fazla
bilgiye sahip oldukça, daha açık olmaya
başladılar.
Gelişmekte
olan
bu
plan
uyarınca,
Washington, Suudi Arabistan’ın, petrol arzını ve
fiyatlarını dalgalandırabilse de, her zaman ABD
ve onun müttefiklerinin kabul edebilecekleri bir
düzeyde tutacağını garanti etmesini istiyordu.
Eğer İran, Irak, Endonezya veya Venezuela gibi
diğer ülkeler, bir ambargo tehdidinde bulunursa,
geniş petrol rezervlerine sahip Suudi Arabistan
araya girip boşluğu dolduracaktı. Bunu bilmek
bile, uzun vadede, diğer ülkeleri bir ambargo
düşüncesinden uzakta tutmaya yetecekti. Bu
garanti karşılığında
Washington
da Suud
Hanedanı’na çok cazip bir teklifle gelecekti:
ABD, tam ve tartışmasız bir biçimde politik ve
gerekirse askeri destek sağlama garantisi
verecek, böylece hanedanın ülkenin hakimi
olarak varlığını sürdürmesini sağlayacaktı.
Coğrafi
konumu,
askeri
kuvvetlerinin
yokluğu, İran, Irak, Suriye ve İsrail gibi
komşuları karşısında genel olarak zayıf konumu
düşünüldüğünde,
bu
Suud
Hanedanı’nın
reddedemeyeceği bir teklifti. Bu yüzden de,
doğal olarak, Washington bu avantajını bir kritik
şart daha kabul ettirmek için kullandı: ET’lerin
dünyadaki rollerini yeniden tanımlayan ve
ileride, başta Irak olmak üzere, diğer ülkelerde
de uygulamaya çalışacağımız bir model haline
gelen bir şart. Geriye dönüp bakınca, bazen
Suudi Arabistan’ın bu şartı nasıl olup da kabul
ettiğini anlamakta zorluk çekiyorum. Tabii ki,
geri kalan Arap dünyasının çoğu, OPEC ve diğer
Müslüman ülkeler, anlaşmanın şartlarını ve
kraliyet ailesinin Washington’un taleplerine nasıl
boyun eğdiğini öğrenince dehşete düşmüştü.
Şart şuydu: Suudi Arabistan petrodolarlarını
ABD devlet tahvili almak için kullanacak,
karşılığında ise bu tahvillerden elde edilecek faiz
geliri
ABD
Hazine
Bakanlığı’nca
Suudi
Arabistan’ın bir Ortaçağ toplumu olmaktan
çıkıp, modern ve sanayileşmiş dünyaya adım
atmasını
sağlamaya
yönelik
kullanılacaktı.
Başka bir deyişle, krallığın petrol gelirinin
milyarlarca dolara varan bileşik faizi, benim (ve
muhtemelen bazı rakiplerimin) Suudi Arabistan’ı
modern bir endüstriyel güce çevirmek için
kurmuş olduğumuz hayalleri gerçekleştirmeleri
için ABD firmalarına ödenecekti. Kendi hazine
bakanlığımız bizi, Suudi parası ile tüm Arap
Yarımadası’nda altyapı projeleri ve hatta komple
şehirler yapmak üzere işe alacaktı.
Her ne kadar Suudiler, bu projelerin genel
yapısı hakkında söz söyleme haklarını saklı
tutsalar da, gerçek şuydu ki, seçkin (ve çoğu
Müslüman’ın gözünde kâfir olan) bir grup
yabancı, Arap Yarımadası’nın
gelecekteki
görünümünü ve ekonomik yapısını belirliyor
olacaktı. Üstelik bu da, muhafazakâr Vahabi
prensipleri üzerine kurulu ve birkaç yüzyıldır da
bu prensiplere göre yönetilen bir krallıkta
olacaktı. Onlar açısından oldukça büyük bir iyi
niyet gösterisi gibi görünüyordu ama bu
koşullarda ve
Washington
tarafından öne
sürülen politik ve askeri baskılar sonucu, Suud
ailesi çok fazla seçeneği olmadığına karar
vermiş olmalıydı.
Bizim açımızdan, inanılmaz kâr olasılıkları,
sınırsız gibi görünüyordu. Şaşırtıcı bir örnek
oluşturma potansiyeline sahip, şeker gibi bir
anlaşmaydı bu. Ve anlaşmayı daha da tatlı kılan,
herkesin, özellikle de defterlerini ve sırlarını
başkaları ile paylaşmayı hiç istemeyen Bechtel
ve MAIN gibi özel şirketlerin nefret ettiği bir
süreç olan meclis onayı alınmasına gerek
olmamasıydı. Ortadoğu Enstitüsü’nde yardımcı
araştırmacı olan eski gazeteci Thomas W.
Lippman, bu anlaşmanın önemli noktalarını çok
etkili bir şekilde şöyle özetliyordu:
[41]
‘Nakit içinde yüzen Suudiler, yüzlerce milyon
doları ABD Hazinesi’ne verecekler, onlar da
satıcılara veya çalışanlara ödeme yapmak
gerekene kadar bu parayı tutacaklardı. Bu
sistem,
Suudi
parasının
Amerikan
ekonomisine geri dönmesini garanti ediyordu.
Anlaşma,
aynı
zamanda,
komisyon
yöneticilerinin Suudiler ile birlikte yararlı
olduğuna karar verdikleri herhangi bir projeyi
de,
meclis
onayına
gerek
kalmadan
yapmalarını sağlıyordu.’
Bu
tarihi
taahhüdün
parametrelerini
saptamak, kimsenin tahmin edemeyeceği kadar
kısa bir sürede gerçekleştirildi. Ama ondan sonra
bunu
uygulamak
için
bir
yol
bulmak
zorundaydık. Süreci başlatmak için, hükümetin
en üst kademelerinde görevli biri, son derece
gizli bir görevle, Suudi Arabistan’a gönderildi.
Hiçbir zaman emin olamadım ama sanırım o kişi
Henry Kissinger idi.
Elçi her kim ise ilk görevi kraliyet ailesine,
Musaddık, İngiliz petrol çıkarlarını kapı dışarı
ettiği zaman, komşu İran’da neler olduğunu
hatırlatmak oldu. Sonra, Suudiler’in önüne geri
çeviremeyecekleri kadar cazip bir plan koyup,
onlara, aslında çok fazla seçenekleri olmadığını
gösterdi. Suudiler’in, ya teklifimizi kabul edip
onları destekleyip korumamızı garantileyerek,
hükümdarlıklarını sağlama almak ya da reddedip
Musaddık’ın yolundan gitmek arasında bir seçim
yapmak zorunda olduklarını çok açık bir şekilde
anladıklarına
hiç
şüphem
yok.
Elçi,
Washington’a döndüğünde, beraberinde kraliyet
ailesinin anlaşmayı kabul ettiği mesajını da
getirmişti.
Sadece küçük bir engel vardı. Suudi
hükümeti içindeki anahtar oyuncuları ikna
etmemiz gerekecekti. Bize söylendiği kadarıyla,
bu aile içi bir mesele idi. Her ne kadar Suudi
Arabistan bir demokrasi olmasa da, yine de öyle
görünüyordu ki Suud Hanedanı içinde bir fikir
birliğine gerek duyuluyordu.
1975 yılında, o anahtar oyunculardan birini
ikna etmek üzere atanmıştım. Her ne kadar
gerçek bir veliaht prens olduğunu hiçbir zaman
belirleyemediysem de, onu her zaman Prens W
olarak düşündüm. İşim, onu Suudi Arabistan
Para
Aklama
Tezgâhı’nın
ülkesi
kadar
kendisinin de yararına olacağı konusunda ikna
etmek idi.
Bu, ilk anda göründüğü kadar kolay değildi.
Kendisinin iyi bir Vahabi olduğunu söyleyen
Prens W, ülkesinin Batı’nın ticari anlayışını taklit
ettiğini görmek istemediği konusunda ısrarcıydı.
Aynı zamanda, yapmayı önerdiğimiz şeyin sinsi
doğasını anladığını da iddia ediyordu. Bizim, bin
yıl
önceki
Haçlılar
ile
aynı
hedefleri
güttüğümüzü söylüyordu: Arap dünyasının
Hıristiyanlaştırılması.
Aslında,
bu
konuda
kısmen de olsa haklıydı. Bence, Haçlılar ile
bizim aramızdaki fark sadece bir derece
meselesiydi. Avrupa’nın Ortaçağ Katolikleri,
Müslümanlar’ı Araf tan kurtarmaya çalıştıklarını
iddia
ediyorlardı;
biz
ise
Suudiler’in
modernleşmelerine yardım etmek istediğimizi
iddia ediyorduk. Gerçekte, sanırım Haçlılar da,
şirketokrasi gibi, öncelikle imparatorluklarını
genişletme peşindeydiler.
Dini inançlar bir yana, Prens W’nun bir zaafı
vardı; güzel sarışınlar. Bugün artık haksız bir
klişe haline gelmiş bir şeyden söz etmek gülünç
geliyor ve Prens W’nun tanıdığım birçok Suudi
arasında bu eğilime sahip ya da en azından bunu
görmeme izin veren yegâne kişi olduğunu da
söylemeliyim. Yine de, bu tarihi anlaşmanın
yapılandırılmasında bir rol oynadığı gibi,
görevimi tamamlamak için neler yapabileceğimi
de gösterdi.
|