Bir Ekonomik Tetikçinin İtirafları


-Suudi Arabistan Para Aklama Tezgâhı



Yüklə 1,73 Mb.
Pdf görüntüsü
səhifə27/78
tarix02.01.2022
ölçüsü1,73 Mb.
#44723
1   ...   23   24   25   26   27   28   29   30   ...   78
Bir Ekonomik Tetikçinin İtirafları - John Perkins ( PDFDrive.com )

15-Suudi Arabistan Para Aklama Tezgâhı

Suudi  Arabistanlı  bir  diplomat,  1974  yılında

bana  ülkesinin  başkenti  Riyad’ın  fotoğraflarını

göstermişti.  Bunların  arasında  bir  hükümet

binasının dışına yığılmış çöpler arasında dolaşan

bir  keçi  sürüsünün  resmi  de  vardı.  Keçiler

hakkındaki  soruma  diplomatın  verdiği  cevap

beni  çok  şaşırtmıştı.  Bana,  keçilerin  şehrin  ana

çöp toplama sistemi olduklarını söylemişti.

“Kendine  saygı  duyan  hiçbir  Suudi  çöp

toplamaz,” dedi. “O işi hayvanlara bırakırız.”

Keçiler! Dünyanın en büyük petrol krallığının

başkentinde! İnanılır gibi değildi.

O  zamanlar  petrol  krizine  çözüm  bulmayı

denemek  üzere  yeni  görevlendirilen  bir  grup

danışmandan  biriydim.  O  keçiler  özellikle

ülkenin son 300 yıllık gelişim çizgisi göz önüne

alındığında,  çözümün  nasıl  oluşabileceğini

anlamam konusunda bana yol gösterdi.

Suudi  Arabistan’ın  tarihi  şiddet  ve  dini

fanatizmle  doludur.  Yerli  bir  savaşçı  olan



Muhammed  ibn  Suud,  18.  yüzyılda  aşırı

muhafazakâr  Vahabi  tarikatından  gelen  kökten

dincilerle  güç  birliğine  gitti.  Bu  sağlam  bir

ittifaktı  ve  sonraki  200  yıl  boyunca  Suud

ailesiyle  Vahabi  müttefikleri,  İslam’ın  en  kutsal

şehirleri Mekke ve Medine de dahil olmak üzere

Arap yarımadasının çoğunu fethetti.

Suudi  toplumu,  kurucularının  katı  kuralcı

idealizmini  yansıttığından,  Kuran’a  kesin  itaat

şart  olup,  sıkı  şekilde  denetlenirdi.  Dini  polis

günde  beş  defa  namaz  kılma  şartına  uyulmasını

sağlardı.  Kadınların  baştan  ayağa  örtünmesi

gerekirdi.  Suçlular  çok  sert  cezalandırılırdı;

halka  açık  idamlar  ve  taşlamalar  yaygındı.

Riyad’ı  ilk  ziyaretim  sırasında  şoförüm  fotoğraf

makinemi,  evrak  çantamı  ve  hatta  cüzdanımı

pazaryerinin

yakınında

park

ettiği,


kilitli

olmayan


arabanın

içinde


ve

açıkta


bırakabileceğimi söyleyince çok şaşırmıştım.

“Burada kimse hırsızlık yapmayı düşünmez,”

dedi, “Hırsızların elleri kesilir.”

Aynı  günün  ilerleyen  saatlerinde  Chop




[37]

Meydanı’na

gidip  kafa  kesilerek  yapılacak

bir  idamı  seyretmek  isteyip  istemediğimi  sordu

bana.  Vahabiliğin  kurallara  bizim  aşırı  olarak

nitelendireceğimiz

bağlılığı

sokakları

hırsızlardan  temiz  tutuyor,  yasalara  karşı

gelenler  içinse  en  sert  fiziksel  cezaları  şart

koşuyordu. Teklifi reddettim.

Suudiler’in  dine,  politika  ve  ekonominin

önemli  bir  parçası  olarak  bakışı,  Batı’yı  sarsan

petrol  ambargosuna  da  katkıda  bulundu.  Mısır

ile Suriye, 6 Ekim 1973 günü, en kutsal Yahudi

bayramı  olan  Yom  Kippur’da  İsrail’e  karşı

eşzamanlı  bir  saldırı  başlattı.  Bu,  Arap-İsrail

savaşlarının  dördüncüsü  ve  en  yıkıcısı,  aynı

zamanda  dünya  üzerinde  diğerlerine  kıyasla  en

büyük  etki  yaratacak  olan  Ekim  Savaşı’nın  da

başlangıcıydı.  Mısır  Başkanı  Enver  Sedat,  Suudi

Arabistan  Kralı  Faysal’a,  İsrail  ile  suç  ortaklığı

yaptığına  inandığı  ABD’ye  misilleme  olarak,

kendisinin  ‘petrol  silahı’  olarak  adlandırdığı

gücü  kullanması  konusunda  baskı  yaptı.  16

Ekim’de  İran  ve  Suudi Arabistan’ın  da  katıldığı




beş  Körfez  ülkesi,  petrolün  liste  fiyatına  %70

zam yaptıklarını duyurdu.

Arap  petrol  bakanları  diğer  seçenekleri  de

değerlendirmek  üzere  Kuveyt’te  toplandı.  Irak

delegesi,  şiddetle  ABD’nin  hedef  alınmasını

istiyordu:  Diğer  delegeleri  Arap  dünyasındaki

Amerikan  şirketlerini  millileştirmeye,  ABD  ve

İsrail ile dostluk ilişkileri olan tüm diğer ülkelere

topyekûn  petrol  ambargosu  uygulamaya  ve

Amerikan  bankalarındaki  tüm  Arap  paralarını

çekmeye  çağırdı.  Bankalardaki Arap  paralarının

ciddi  boyutlarda  olduğuna  ve  öyle  bir  eylemin

1929’dakinden çok da farklı olmayan bir paniğe

neden olabileceğine işaret etti.

Diğer  Arap  bakanlar  bu  kadar  radikal  bir

planı  kabul  etmeye  çekindi  ama  17  Ekim’de

üretimde  %5’lik  bir  kısıntıyla  başlayıp,  politik

hedefleri gerçekleşene kadar her ay ilave %5’lik

kesintiyi  öngören  daha  sınırlı  bir  ambargoyu

yürürlüğe  koymaya  karar  verdiler.  İsrail  yanlısı

tutumundan  dolayı  ABD’nin  cezalandırılması

gerektiği ve en sert ambargonun bu ülkeye karşı




[38]

[39]


uygulanması  konusunda  da  anlaştılar.  Hatta

toplantıya  katılan  ülkelerin  bir  kısmı  %5  yerine

%10’luk bir kısıntı yapacaklarını ilan etti.

Başkan


Nixon,

19  Ekim’de  Temsilciler

Meclisi’nden  İsrail  için  2.2  milyar  dolarlık  bir

yardım  çıkartılmasını  istedi.  Ertesi  gün  Suudi

Arabistan  ve  diğer  Arap  üreticiler,  ABD’ye

yapılan


petrol

sevkiyatına

tam

ambargo


koydu.

Petrol  ambargosu  18  Mart  1974’te  sona  erdi.

Ambargonun  süresi  kısa  ama  etkisi  son  derece

büyüktü.  Suudi  petrolünün  satış  fiyatı  1  Ocak

1970’de  varil  başına  1.39  dolarken  1  Ocak

1974’te  8.32  dolara  fırlamıştı.

Politikacılar

ve  sonraki  yönetimler  1970’li  yılların  ilk

yarısında

alınan


dersleri

hiçbir


zaman

unutmayacaktı.  Uzun  vadede  ise  o  birkaç  ayın

travması  şirketokrasinin  güçlenmesine  yaradı:

Üç  direği  (büyük  şirketler,  uluslararası  bankalar

ve  hükümet)  birbirine  o  zamana  kadar  hiç

olmadığı şekilde sıkı bağlandı. Bu kalıcı bir bağ




olacaktı.

Ambargo

aynı


zamanda

tutum


ve

politikalarda da ciddi değişimlere neden oldu ve

Wall

Street  ile



Washington’u

böyle


bir

ambargonun  bir  daha  hiçbir  şekilde  hoş

görülemeyeceği  konusunda  kararlı  hale  getirdi.

Her


zaman

zaten


öncelikli

olan


petrol

kaynaklarımızın  korunması,  1973’ten  sonra  bir

saplantı

haline


geldi.

Ambargo,

Suudi

Arabistan’ı  dünya  politika  sahnesinde  bir



oyuncu  statüsüne  çıkartarak,

Washington’u

krallığın  kendi  ekonomimize  olan  stratejik

önemini  kabul  etmeye  zorladı.  ABD  ayrıca,

şirketokrasi  liderlerini  petrodolarları Amerika’ya

geri  getirmenin  yollarını  aramaya  ve  Suudi

Arabistan yönetiminin ülkenin büyüyen servetini

yönetmek  için  gerekli  idari  ve  kurumsal

altyapıdan  yoksun  olduğu  gerçeği  üzerinde

düşünmeye itti.

Fiyat  artışlarının  neden  olduğu  ek  petrol

geliri,  Suudi  Arabistan  açısından  hem  iyi,  hem

de  kötü  idi.  Hazineyi  milyarlarca  dolarla



doldurdu  ama  aynı  zamanda  Vahabiler’in  katı

dini  inançlarının  bir  kısmının  zayıflamasına  da

neden  oldu.  Zengin  Suudiler  dünyayı  dolaştı.

Avrupa  ve ABD’deki  okullara  ve  üniversitelere

gittiler. Gösterişli arabalar alıp, evlerini Batı tarzı

eşyalarla döşediler. Sonuçta tutucu dini inançlar,

yerlerini  yeni  tip  bir  materyalizme  bıraktı  ki,

gelecekte  doğacak  petrol  krizine  yönelik

korkulara  bir  çözüm  getiren  de  bu  materyalizm

oldu.


Ambargonun  sona  ermesinden  neredeyse

hemen


sonra

Washington,

Suudiler

ile


müzakerelere  başlayarak  onlara  petrodolarlar  ve

en  önemlisi,  bir  daha  petrol  ambargosu

olmayacağına  dair  güvence  karşılığında,  teknik

destek,  askeri  teçhizat,  eğitim  ve  ülkelerini  20.

yüzyıla  taşımak  için  fırsat  önerdi.  Müzakereler

olağandışı  bir  kuruluşun  yaratılmasına  neden

oldu:  Birleşik  Devletler-Suudi  Arabistan  Ortak

Ekonomik  Komisyonu  (JECOR)  olarak  bilinen

bu

kuruluş,



geleneksel

dış


yardım

programlarının  tam  tersi  olan  yepyeni  bir

kavramı  içeriyordu:  Suudi  Arabistan’ı  imar



[40]

edecek  Amerikan  şirketlerine  iş  verilmesi  için

Suudi parasını kullanmak.

Her  ne  kadar  genel  yönetim  ve  finansal

sorumluluk

ABD


Hazine

Bakanlığı’na

devredilmiş  olsa  da,  bu  komisyon  son  derece

bağımsızdı.  Sonunda  25  yıldan  fazla  bir  süre

içinde,  meclis  kontrolünün  neredeyse  tamamen

dışında  kalarak  milyarlarca  dolar  harcayacaktı.

Hazine’nin  rolü  vardı  ama  ABD  sermayesi

kullanılmadığı için Kongre’nin bu konuda hiçbir

yetkisi yoktu. JECOR’u derinlemesine inceleyen

David  Holden  ile  Richard  Johns,  şöyle

anlatıyorlar:

‘ABD  tarafından  gelişmekte  olan  bir  ülkeyle

imzalanmış  bu  tip  en  geniş  kapsamlı

anlaşmaydı.

ABD’nin

Krallık


içine

derinlemesine  nüfuz  etmesini  sağlayarak,

karşılıklı  bağımlılık  kavramını  güçlendirecek

potansiyele sahipti.’

Hazine  Bakanlığı  MAIN’i  danışman  olarak

işin  en  başlarında  devreye  soktu.  Bana  işimin




kritik  olacağı,  yaptığım  ve  öğrendiğim  her  şeyi

yüksek  derecede  gizli  olarak  kabul  etmem

gerektiği söylendi. Benim bakış açımdan da gizli

bir  operasyon  gibi  görünüyordu.  O  zamanlar

MAIN’in  o  süreçteki  öncü  danışman  olduğunu

zannediyordum  ama  daha  sonraları  deneyimine

başvurulan  birkaç  danışman  şirketten  biri

olduğumuzun farkına vardım.

Her  şey  çok  büyük  bir  gizlilik  içerisinde

yürütüldüğünden,

Hazine’nin

diğer


danışmanlarla

yaptığı


görüşmelerin

içeriği


hakkında  bilgim  olmadı.  O  nedenle  de  örnek

oluşturacak  bu  anlaşma  içindeki  rolümün

öneminden  emin  değilim.  Ama  anlaşmanın

ET’ler  için  yeni  standartlar  oluşturduğunu  ve

imparatorluğun  çıkarlarının  korunması  için

geleneksel

yöntemlere

yaratıcı

seçenekler

sunduğunu

biliyorum.

Ayrıca


benim

çalışmalarımın

sonunda

ortaya


çıkan

senaryoların

çoğunun

nihayetinde

uygulandığını,  MAIN’in  Suudi  Arabistan’daki

ilk büyük (ve son derece kârlı) sözleşmelerinden

birini  yaptığını  da  biliyorum.  O  yıl  oldukça



büyük  bir  prim  aldığım  da  bildiğim  başka  bir

şey.


Görevim,  altyapı  için  büyük  miktarlarda

paralar  harcandığı  takdirde,  Suudi  Arabistan’da

neler olabileceğine dair tahminler oluşturmak ve

o paranın sarf edilmesi için senaryolar üretmekti.

Kısacası,  Suudi  Arabistan  ekonomisine  (ABD

mühendislik  ve  inşaat  şirketlerini  de  dahil

edecek  şartlar  altında)  yüzlerce  milyon  dolar

harcatmayı  haklı  çıkartmak  için  yaratıcılığımı

sonuna  kadar  kullanmam  istenmişti  benden.

Bunu


ekibimle

paylaşmadan

tek

başıma


yapmam  söylendi  ve  çalıştığım  servisin  birkaç

kat  yukarısındaki  küçük  bir  toplantı  odasına

hapsedildim.  İşimin  hem  milli  güvenlikle  ilgili

olduğu,  hem  de  muhtemelen  MAIN  için  çok

kazançlı

sonuçlar

vereceği

konusunda

uyarılmıştım.

Tabii ki buradaki birincil hedefin her zamanki

gibi (bir ülkeyi ödeyemeyeceği borç yükü altına

sokmak  türünden)  olmadığını,  onun  yerine

petrodolarların  büyük  kısmının  ABD’ye  geri



dönmesini

sağlamanın

yollarını

bulmak


olduğunu  anlamıştım.  Süreç  içinde  Suudi

Arabistan  oltaya  takılacak,  ekonomisi  gittikçe

bizimkisiyle  iç  içe  ve  ona  bağımlı  hale  gelecek

ve  tahminen  daha  da  batılılaşarak  bizim

sistemimize  karşı  daha  anlayışlı  ve  entegre  hale

gelecekti.

İşe  başlayınca  Riyad  sokaklarında  dolaşan  o

keçilerin  sembolik  birer  anahtar  olduğunu

farkettim;  dünya  etrafında  turlayan  Suudiler’in

zayıf  noktası  olan  o  keçiler,  modern  dünyaya

adım  atmaya  can  atan  çöl  krallığına  daha

yakışan  bir  şeylerle  değiştirilmeliydi.  Bunun

yanı  sıra  OPEC  ekonomistlerinin,  petrol  zengini

ülkelerin petrolleri karşılığında daha fazla katma

değerli mallar edinmesi gerektiğini vurguladığını

da  biliyordum.  Ekonomistler  bu  ülkelere  sadece

ham

petrol


ihraç

etmek


yerine,

kendi


endüstrilerini  geliştirmelerini  ve  petrolü,  ham

petrolünkinden  daha  yüksek  getiri  sağlayacak

olan

petrol


bazlı

ürünler


üretmek

için


kullanmalarını öneriyordu.


Bu  iki  şeyin  farkında  olmam,  herkesin

kazançlı  çıkacağından  kuşku  duymadığım  bir

stratejinin  kapılarını  açtı. Tabii  ki  keçiler  sadece

bir  giriş  noktasıydı.  Petrol  gelirleri  ile  keçilerin

yerine dünyanın en modern çöp toplama ve yok

etme  sistemini  koyarken,  ABD  şirketlerinin  iş

almasını  sağlayabilir  ve  Suudiler  de  bu  en  son

teknolojiyle gurur duyabilirdi.

Keçileri,

krallığın

birçok


sektörüne

uygulanabilecek,  hem  kraliyet  ailesinin,  hem

ABD  Hazine  Bakanlığı’nın,  hem  de  MAIN’deki

patronlarımın  gözünde  başarıya  gidecek  bir

formülün  unsuru  gibi  düşünmeye  başladım.

Ham  petrolü  ihraç  edilebilir  mamul  ürüne

çevirmeye odaklı bir endüstriyel sektör yaratmak

için  para  tahsis  edilecekti.  Çölün  ortasında

büyük  petrokimya  tesisleri  ve  onların  etrafında

da  devasa  sanayi  siteleri  yükselecekti.  Öyle  bir

plan  doğal  olarak,  binlerce  megavatlık  elektrik

üretim  kapasitesinin,  enerji  nakil  ve  dağıtım

hatlarının, otoyolların, boru hatlarının, iletişim

ağlarının,

ulaşım

sistemlerinin,



yeni

havaalanlarının, gelişmiş  limanların,

bunlara


yönelik  hizmet  endüstrisinin  ve tüm  çarkların

dönmesi  için  elzem olan altyapının  inşasını  da

gerektirecekti.

Bu  planın  dünyanın  geri  kalan  kısmında  da

işlerin  nasıl  yapılacağına  dair  bir  model

oluşturacağı

hakkında

hepimizin

yüksek


beklentileri  vardı.  Dünya  gezgini  Suudiler,

bizden  övgüyle  söz  edecek,  birçok  ülke  liderini

başardığımız  mucizelere  tanıklık  etmeleri  için

Suudi  Arabistan’a  davet  edecekti ki,  o liderler

sonra  kendi

ülkeleri


için  benzer

planlar


yapmalarına yardım  etmemiz  için  bize  gelecek

ve  biz de  onları  finanse  etmek  üzere Dünya

Bankası  kredileri  ya  da başka  borç  yükleme

yöntemleri  ayarlayacaktık.  Küresel  imparatorluk

için iyi bir hizmet olacaktı bu çalışma.

Bu  fikirlerin  üzerinden  geçtikçe,  aklıma

keçiler  ve  şoförümün  söyledikleri  geliyordu:

“Kendine  saygı  duyan  hiçbir  Suudi,  çöp

toplamaz.”  O  nakaratı  çok  değişik  bağlamlarda

tekrar  tekrar  duymuştum.  Suudiler’in  kendi

insanlarını  endüstriyel  tesislerde  işçi  ya  da


projelerden  birinin  inşasında,  yani  o  tür  sıradan

işler  için  kullanmaya  hiç  niyetli  olmadığı

ortadaydı.  Her  şeyden  önce  nüfusları  çok  azdı.

Ayrıca  Suudi  Kraliyet  Sarayı,  vatandaşlarına  bir

işçinin  elde  edebileceğinden  daha  yüksek  bir

eğitim seviyesi ve hayat tarzı sağlamak üzere bir

taahhütte  bulunmuştu.  Suudiler  başkalarını

yönetebilirdi,  fabrika  ya  da  inşaat  işçisi  olmaya

ne  niyetleri  vardı,  ne  de  hevesleri.  Dolayısıyla,

işçiliğin  ucuz  ve  insanların  işe  ihtiyacı  olduğu

başka ülkelerden işgücü ithal etmek gerekecekti.

Bu  insanlar  mümkünse  Mısır,  Filistin,  Pakistan

ve  Yemen  gibi  diğer  Ortadoğu  ve  İslam

ülkelerinden gelmeliydi.

Benim  açımdansa  öyle  bir  çözüm  bayındırlık

fırsatları için daha büyük olanaklar yaratabilirdi;

tüm  o  işçiler  için  devasa konut siteleri,  alışveriş

merkezleri,

hastaneler,

itfaiye

ve

polis



merkezleri, su ve kanalizasyon arıtma tesisleri,

ilave enerji, iletişim ve ulaşım  ağları inşa etmek

gerekecekti. Sonuç  olarak, bir  zamanlar  sadece

çöl olan yerlerde,  modern  şehirler yaratılacaktı.

Ayrıca

karşımızda

tuz

arıtma


tesisleri,


mikrodalga  sistemleri,  sağlık  kompleksleri,

bilgisayar  teknolojileri gibi yeni  alanlardaki

gelişmeleri  araştırmak  ve  denemek için iyi  bir

fırsat vardı.

Suudi  Arabistan,  bir  planlamacının  gerçeğe

dönüşen  rüyası,  mühendislik  ya  da  inşaat

işleriyle

ilişkili

biri

içinse


gerçekleşmesi

imkânsız  bir  fantezi  gibiydi.  Tarihte  benzerine

rastlanmadık  bir  ekonomik  olanak  sunuluyordu:

Neredeyse  sınırsız  parasal  kaynaklara  sahip  ve

modern  dünyaya  çok  çabuk  ve  olabildiğince

gösterişli  giriş yapmak isteyen  az  gelişmiş  bir

ülke.

O işten çok zevk aldığımı itiraf etmeliyim. Ne



Suudi

Arabistan’da,

ne

Boston


Halk

Kütüphanesinde, ne de başka herhangi bir yerde

o

bağlamdaki



ekonometrik

modellerin

kullanımını  haklı  çıkaracak  ele  gelir  veriler

vardı.  Aslında,  işin  büyüklüğüne  bakıldığında

(tüm  bir  ülkenin  o  ana  kadar  görülmemiş  bir

boyutta, toptan ve birdenbire değişimi açısından)

tarihsel  veriler  olsa  bile,  bir  anlam  ifade



etmeyeceği apaçık ortadaydı.

Zaten kimse de, en azından oyunun bu kadar

başlarında  öyle  nicel  analizler  beklemiyordu.

Ben  de  hayal  gücümü  çalıştırıp,  krallık  için

görkemli  bir  gelecek  öngören  raporlar  yazdım.

Bir megavat elektrik, bir kilometre yol ya da bir

işçi  için  yeterli  olacak  su,  kanalizasyon,  ev,

yiyecek  ve  sosyal  hizmetler  gibi  şeylerin

yaklaşık

maliyetlerini

tahmin

etmek


için

kullanabileceğim

pratik

rakamlarım

vardı.

Benden  o  tahminleri  daha  hassas  hale  getirmem



ya  da  bunlardan  kesin  sonuçlar  çıkarmam

beklenmiyordu.  İşim,  en  basit  tarifiyle,  neyin

mümkün  olabileceği  hakkında  bir  dizi  plan

(belki  daha  doğru  deyişle  ‘hayal’)  tanımlayıp,

bunların  maliyetleriyle  ilgili  kaba  tahminler

çıkartmaktı.

Gerçek  hedeflerse  daima  aklımdaydı:  ABD

şirketlerine  yapılacak  ödemeleri  azami  düzeye

yükseltip,  Suudi  Arabistan’ı  giderek  ABD’ye

daha  bağımlı  hale  getirmek.  Bu  ikisinin

birbiriyle  ne  kadar  ilgili  olduğunu  fark  etmem



fazla uzun sürmedi; yeni geliştirilecek projelerin

hemen  hepsinin  sürekli  güncelleme  ve  bakıma

ihtiyacı  olacaktı  ve  o  kadar  yüksek  teknolojiyle

gerçekleştirileceklerdi

ki,


bakım

ve

modernizasyon  ihtiyaçlarını  ancak  o  projeleri



geliştiren  firmalar  karşılayabilecekti.  Nitekim

işim  ilerledikçe,  hayal  ettiğim  her  proje  için  iki

liste  oluşturmaya  başladım:  Bir  tanesi  ilk

aşamada  yapabileceğimiz  tasarım  ve  inşaat

bağlantıları,  diğeriyse  uzun  vadeli  bakım  ve

yönetim anlaşmaları.

MAIN, Bechtel, Brown&Root, Halliburton,

Stone& Webster ve daha birçok ABD mühendis

ve  müteahhidi  on  yıllar  boyunca  iyi  kâr

edecekti.

Sadece  ekonomik  olanın  dışında,  çok  daha

değişik  bir  şekilde  de  olsa,  Suudi  Arabistan’ı

bize  bağımlı  kılacak  bir  yol  daha  vardı.  Bu

petrol  krallığının  modernizasyonu,  olumsuz

tepkileri de tetikleyecekti. Örneğin, muhafazakâr

Müslümanlar çok kızacak, İsrail ve diğer komşu

ülkeler kendilerini tehdit altında hissedeceklerdi.



Bu  ülkenin  ekonomik  gelişimi,  başka  bir

endüstrinin

de

gelişimini



tetikleyeceğe

benziyordu:  Arap  Yarımadası’nın  korunması.

ABD  silahlı  kuvvetleri  ve  savunma  sanayi

yanında,  bu  tip  faaliyetlerle  uğraşan  özel

şirketleri  de  cömert  kontratlar  ve  yine  uzun

vadeli bakım ve yönetim anlaşmaları bekliyordu.

Onların  varlığı  da,  havaalanları,  füze  rampaları,

askeri üsler ve bu tesislerle ilgili tüm altyapıyı da

içeren  yeni  bir  mühendislik  ve  inşaat  projeleri

safhasını da beraberinde getirecekti.

Raporlarımı  ofis  içi  postası  ile  mühürlü

zarflarda  ‘Hazine  Bakanlığı  Proje  Yöneticisi’ne

gönderiyordum.  Bazen  grup  üyelerinden  bir-iki

kişi  ile  karşılaştığım  oluyordu  ki,  bunlar

MAIN’in

genel


müdür

yardımcıları

ve

patronlarımdı.  Hâlâ  araştırma  ve  geliştirme



safhasında  olan  ve  henüz  JECOR’un  parçası

olmayan bu projenin resmi bir adı olmadığı için,

ondan  sadece  ve  alçak  sesle,  SAMA  diye

bahsediyorduk.  Görünürde,  bu  Suudi  Arabistan

Para  Aklama  Tezgâhı (Saudi  Arabian  Money-


Yüklə 1,73 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   23   24   25   26   27   28   29   30   ...   78




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©www.azkurs.org 2025
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin