15-Suudi Arabistan Para Aklama Tezgâhı
Suudi Arabistanlı bir diplomat, 1974 yılında
bana ülkesinin başkenti Riyad’ın fotoğraflarını
göstermişti. Bunların arasında bir hükümet
binasının dışına yığılmış çöpler arasında dolaşan
bir keçi sürüsünün resmi de vardı. Keçiler
hakkındaki soruma diplomatın verdiği cevap
beni çok şaşırtmıştı. Bana, keçilerin şehrin ana
çöp toplama sistemi olduklarını söylemişti.
“Kendine saygı duyan hiçbir Suudi çöp
toplamaz,” dedi. “O işi hayvanlara bırakırız.”
Keçiler! Dünyanın en büyük petrol krallığının
başkentinde! İnanılır gibi değildi.
O zamanlar petrol krizine çözüm bulmayı
denemek üzere yeni görevlendirilen bir grup
danışmandan biriydim. O keçiler özellikle
ülkenin son 300 yıllık gelişim çizgisi göz önüne
alındığında, çözümün nasıl oluşabileceğini
anlamam konusunda bana yol gösterdi.
Suudi Arabistan’ın tarihi şiddet ve dini
fanatizmle doludur. Yerli bir savaşçı olan
Muhammed ibn Suud, 18. yüzyılda aşırı
muhafazakâr Vahabi tarikatından gelen kökten
dincilerle güç birliğine gitti. Bu sağlam bir
ittifaktı ve sonraki 200 yıl boyunca Suud
ailesiyle Vahabi müttefikleri, İslam’ın en kutsal
şehirleri Mekke ve Medine de dahil olmak üzere
Arap yarımadasının çoğunu fethetti.
Suudi toplumu, kurucularının katı kuralcı
idealizmini yansıttığından, Kuran’a kesin itaat
şart olup, sıkı şekilde denetlenirdi. Dini polis
günde beş defa namaz kılma şartına uyulmasını
sağlardı. Kadınların baştan ayağa örtünmesi
gerekirdi. Suçlular çok sert cezalandırılırdı;
halka açık idamlar ve taşlamalar yaygındı.
Riyad’ı ilk ziyaretim sırasında şoförüm fotoğraf
makinemi, evrak çantamı ve hatta cüzdanımı
pazaryerinin
yakınında
park
ettiği,
kilitli
olmayan
arabanın
içinde
ve
açıkta
bırakabileceğimi söyleyince çok şaşırmıştım.
“Burada kimse hırsızlık yapmayı düşünmez,”
dedi, “Hırsızların elleri kesilir.”
Aynı günün ilerleyen saatlerinde Chop
[37]
Meydanı’na
gidip kafa kesilerek yapılacak
bir idamı seyretmek isteyip istemediğimi sordu
bana. Vahabiliğin kurallara bizim aşırı olarak
nitelendireceğimiz
bağlılığı
sokakları
hırsızlardan temiz tutuyor, yasalara karşı
gelenler içinse en sert fiziksel cezaları şart
koşuyordu. Teklifi reddettim.
Suudiler’in dine, politika ve ekonominin
önemli bir parçası olarak bakışı, Batı’yı sarsan
petrol ambargosuna da katkıda bulundu. Mısır
ile Suriye, 6 Ekim 1973 günü, en kutsal Yahudi
bayramı olan Yom Kippur’da İsrail’e karşı
eşzamanlı bir saldırı başlattı. Bu, Arap-İsrail
savaşlarının dördüncüsü ve en yıkıcısı, aynı
zamanda dünya üzerinde diğerlerine kıyasla en
büyük etki yaratacak olan Ekim Savaşı’nın da
başlangıcıydı. Mısır Başkanı Enver Sedat, Suudi
Arabistan Kralı Faysal’a, İsrail ile suç ortaklığı
yaptığına inandığı ABD’ye misilleme olarak,
kendisinin ‘petrol silahı’ olarak adlandırdığı
gücü kullanması konusunda baskı yaptı. 16
Ekim’de İran ve Suudi Arabistan’ın da katıldığı
beş Körfez ülkesi, petrolün liste fiyatına %70
zam yaptıklarını duyurdu.
Arap petrol bakanları diğer seçenekleri de
değerlendirmek üzere Kuveyt’te toplandı. Irak
delegesi, şiddetle ABD’nin hedef alınmasını
istiyordu: Diğer delegeleri Arap dünyasındaki
Amerikan şirketlerini millileştirmeye, ABD ve
İsrail ile dostluk ilişkileri olan tüm diğer ülkelere
topyekûn petrol ambargosu uygulamaya ve
Amerikan bankalarındaki tüm Arap paralarını
çekmeye çağırdı. Bankalardaki Arap paralarının
ciddi boyutlarda olduğuna ve öyle bir eylemin
1929’dakinden çok da farklı olmayan bir paniğe
neden olabileceğine işaret etti.
Diğer Arap bakanlar bu kadar radikal bir
planı kabul etmeye çekindi ama 17 Ekim’de
üretimde %5’lik bir kısıntıyla başlayıp, politik
hedefleri gerçekleşene kadar her ay ilave %5’lik
kesintiyi öngören daha sınırlı bir ambargoyu
yürürlüğe koymaya karar verdiler. İsrail yanlısı
tutumundan dolayı ABD’nin cezalandırılması
gerektiği ve en sert ambargonun bu ülkeye karşı
[38]
[39]
uygulanması konusunda da anlaştılar. Hatta
toplantıya katılan ülkelerin bir kısmı %5 yerine
%10’luk bir kısıntı yapacaklarını ilan etti.
Başkan
Nixon,
19 Ekim’de Temsilciler
Meclisi’nden İsrail için 2.2 milyar dolarlık bir
yardım çıkartılmasını istedi. Ertesi gün Suudi
Arabistan ve diğer Arap üreticiler, ABD’ye
yapılan
petrol
sevkiyatına
tam
ambargo
koydu.
Petrol ambargosu 18 Mart 1974’te sona erdi.
Ambargonun süresi kısa ama etkisi son derece
büyüktü. Suudi petrolünün satış fiyatı 1 Ocak
1970’de varil başına 1.39 dolarken 1 Ocak
1974’te 8.32 dolara fırlamıştı.
Politikacılar
ve sonraki yönetimler 1970’li yılların ilk
yarısında
alınan
dersleri
hiçbir
zaman
unutmayacaktı. Uzun vadede ise o birkaç ayın
travması şirketokrasinin güçlenmesine yaradı:
Üç direği (büyük şirketler, uluslararası bankalar
ve hükümet) birbirine o zamana kadar hiç
olmadığı şekilde sıkı bağlandı. Bu kalıcı bir bağ
olacaktı.
Ambargo
aynı
zamanda
tutum
ve
politikalarda da ciddi değişimlere neden oldu ve
Wall
Street ile
Washington’u
böyle
bir
ambargonun bir daha hiçbir şekilde hoş
görülemeyeceği konusunda kararlı hale getirdi.
Her
zaman
zaten
öncelikli
olan
petrol
kaynaklarımızın korunması, 1973’ten sonra bir
saplantı
haline
geldi.
Ambargo,
Suudi
Arabistan’ı dünya politika sahnesinde bir
oyuncu statüsüne çıkartarak,
Washington’u
krallığın kendi ekonomimize olan stratejik
önemini kabul etmeye zorladı. ABD ayrıca,
şirketokrasi liderlerini petrodolarları Amerika’ya
geri getirmenin yollarını aramaya ve Suudi
Arabistan yönetiminin ülkenin büyüyen servetini
yönetmek için gerekli idari ve kurumsal
altyapıdan yoksun olduğu gerçeği üzerinde
düşünmeye itti.
Fiyat artışlarının neden olduğu ek petrol
geliri, Suudi Arabistan açısından hem iyi, hem
de kötü idi. Hazineyi milyarlarca dolarla
doldurdu ama aynı zamanda Vahabiler’in katı
dini inançlarının bir kısmının zayıflamasına da
neden oldu. Zengin Suudiler dünyayı dolaştı.
Avrupa ve ABD’deki okullara ve üniversitelere
gittiler. Gösterişli arabalar alıp, evlerini Batı tarzı
eşyalarla döşediler. Sonuçta tutucu dini inançlar,
yerlerini yeni tip bir materyalizme bıraktı ki,
gelecekte doğacak petrol krizine yönelik
korkulara bir çözüm getiren de bu materyalizm
oldu.
Ambargonun sona ermesinden neredeyse
hemen
sonra
Washington,
Suudiler
ile
müzakerelere başlayarak onlara petrodolarlar ve
en önemlisi, bir daha petrol ambargosu
olmayacağına dair güvence karşılığında, teknik
destek, askeri teçhizat, eğitim ve ülkelerini 20.
yüzyıla taşımak için fırsat önerdi. Müzakereler
olağandışı bir kuruluşun yaratılmasına neden
oldu: Birleşik Devletler-Suudi Arabistan Ortak
Ekonomik Komisyonu (JECOR) olarak bilinen
bu
kuruluş,
geleneksel
dış
yardım
programlarının tam tersi olan yepyeni bir
kavramı içeriyordu: Suudi Arabistan’ı imar
[40]
edecek Amerikan şirketlerine iş verilmesi için
Suudi parasını kullanmak.
Her ne kadar genel yönetim ve finansal
sorumluluk
ABD
Hazine
Bakanlığı’na
devredilmiş olsa da, bu komisyon son derece
bağımsızdı. Sonunda 25 yıldan fazla bir süre
içinde, meclis kontrolünün neredeyse tamamen
dışında kalarak milyarlarca dolar harcayacaktı.
Hazine’nin rolü vardı ama ABD sermayesi
kullanılmadığı için Kongre’nin bu konuda hiçbir
yetkisi yoktu. JECOR’u derinlemesine inceleyen
David Holden ile Richard Johns, şöyle
anlatıyorlar:
‘ABD tarafından gelişmekte olan bir ülkeyle
imzalanmış bu tip en geniş kapsamlı
anlaşmaydı.
ABD’nin
Krallık
içine
derinlemesine nüfuz etmesini sağlayarak,
karşılıklı bağımlılık kavramını güçlendirecek
potansiyele sahipti.’
Hazine Bakanlığı MAIN’i danışman olarak
işin en başlarında devreye soktu. Bana işimin
kritik olacağı, yaptığım ve öğrendiğim her şeyi
yüksek derecede gizli olarak kabul etmem
gerektiği söylendi. Benim bakış açımdan da gizli
bir operasyon gibi görünüyordu. O zamanlar
MAIN’in o süreçteki öncü danışman olduğunu
zannediyordum ama daha sonraları deneyimine
başvurulan birkaç danışman şirketten biri
olduğumuzun farkına vardım.
Her şey çok büyük bir gizlilik içerisinde
yürütüldüğünden,
Hazine’nin
diğer
danışmanlarla
yaptığı
görüşmelerin
içeriği
hakkında bilgim olmadı. O nedenle de örnek
oluşturacak bu anlaşma içindeki rolümün
öneminden emin değilim. Ama anlaşmanın
ET’ler için yeni standartlar oluşturduğunu ve
imparatorluğun çıkarlarının korunması için
geleneksel
yöntemlere
yaratıcı
seçenekler
sunduğunu
biliyorum.
Ayrıca
benim
çalışmalarımın
sonunda
ortaya
çıkan
senaryoların
çoğunun
nihayetinde
uygulandığını, MAIN’in Suudi Arabistan’daki
ilk büyük (ve son derece kârlı) sözleşmelerinden
birini yaptığını da biliyorum. O yıl oldukça
büyük bir prim aldığım da bildiğim başka bir
şey.
Görevim, altyapı için büyük miktarlarda
paralar harcandığı takdirde, Suudi Arabistan’da
neler olabileceğine dair tahminler oluşturmak ve
o paranın sarf edilmesi için senaryolar üretmekti.
Kısacası, Suudi Arabistan ekonomisine (ABD
mühendislik ve inşaat şirketlerini de dahil
edecek şartlar altında) yüzlerce milyon dolar
harcatmayı haklı çıkartmak için yaratıcılığımı
sonuna kadar kullanmam istenmişti benden.
Bunu
ekibimle
paylaşmadan
tek
başıma
yapmam söylendi ve çalıştığım servisin birkaç
kat yukarısındaki küçük bir toplantı odasına
hapsedildim. İşimin hem milli güvenlikle ilgili
olduğu, hem de muhtemelen MAIN için çok
kazançlı
sonuçlar
vereceği
konusunda
uyarılmıştım.
Tabii ki buradaki birincil hedefin her zamanki
gibi (bir ülkeyi ödeyemeyeceği borç yükü altına
sokmak türünden) olmadığını, onun yerine
petrodolarların büyük kısmının ABD’ye geri
dönmesini
sağlamanın
yollarını
bulmak
olduğunu anlamıştım. Süreç içinde Suudi
Arabistan oltaya takılacak, ekonomisi gittikçe
bizimkisiyle iç içe ve ona bağımlı hale gelecek
ve tahminen daha da batılılaşarak bizim
sistemimize karşı daha anlayışlı ve entegre hale
gelecekti.
İşe başlayınca Riyad sokaklarında dolaşan o
keçilerin sembolik birer anahtar olduğunu
farkettim; dünya etrafında turlayan Suudiler’in
zayıf noktası olan o keçiler, modern dünyaya
adım atmaya can atan çöl krallığına daha
yakışan bir şeylerle değiştirilmeliydi. Bunun
yanı sıra OPEC ekonomistlerinin, petrol zengini
ülkelerin petrolleri karşılığında daha fazla katma
değerli mallar edinmesi gerektiğini vurguladığını
da biliyordum. Ekonomistler bu ülkelere sadece
ham
petrol
ihraç
etmek
yerine,
kendi
endüstrilerini geliştirmelerini ve petrolü, ham
petrolünkinden daha yüksek getiri sağlayacak
olan
petrol
bazlı
ürünler
üretmek
için
kullanmalarını öneriyordu.
Bu iki şeyin farkında olmam, herkesin
kazançlı çıkacağından kuşku duymadığım bir
stratejinin kapılarını açtı. Tabii ki keçiler sadece
bir giriş noktasıydı. Petrol gelirleri ile keçilerin
yerine dünyanın en modern çöp toplama ve yok
etme sistemini koyarken, ABD şirketlerinin iş
almasını sağlayabilir ve Suudiler de bu en son
teknolojiyle gurur duyabilirdi.
Keçileri,
krallığın
birçok
sektörüne
uygulanabilecek, hem kraliyet ailesinin, hem
ABD Hazine Bakanlığı’nın, hem de MAIN’deki
patronlarımın gözünde başarıya gidecek bir
formülün unsuru gibi düşünmeye başladım.
Ham petrolü ihraç edilebilir mamul ürüne
çevirmeye odaklı bir endüstriyel sektör yaratmak
için para tahsis edilecekti. Çölün ortasında
büyük petrokimya tesisleri ve onların etrafında
da devasa sanayi siteleri yükselecekti. Öyle bir
plan doğal olarak, binlerce megavatlık elektrik
üretim kapasitesinin, enerji nakil ve dağıtım
hatlarının, otoyolların, boru hatlarının, iletişim
ağlarının,
ulaşım
sistemlerinin,
yeni
havaalanlarının, gelişmiş limanların,
bunlara
yönelik hizmet endüstrisinin ve tüm çarkların
dönmesi için elzem olan altyapının inşasını da
gerektirecekti.
Bu planın dünyanın geri kalan kısmında da
işlerin nasıl yapılacağına dair bir model
oluşturacağı
hakkında
hepimizin
yüksek
beklentileri vardı. Dünya gezgini Suudiler,
bizden övgüyle söz edecek, birçok ülke liderini
başardığımız mucizelere tanıklık etmeleri için
Suudi Arabistan’a davet edecekti ki, o liderler
sonra kendi
ülkeleri
için benzer
planlar
yapmalarına yardım etmemiz için bize gelecek
ve biz de onları finanse etmek üzere Dünya
Bankası kredileri ya da başka borç yükleme
yöntemleri ayarlayacaktık. Küresel imparatorluk
için iyi bir hizmet olacaktı bu çalışma.
Bu fikirlerin üzerinden geçtikçe, aklıma
keçiler ve şoförümün söyledikleri geliyordu:
“Kendine saygı duyan hiçbir Suudi, çöp
toplamaz.” O nakaratı çok değişik bağlamlarda
tekrar tekrar duymuştum. Suudiler’in kendi
insanlarını endüstriyel tesislerde işçi ya da
projelerden birinin inşasında, yani o tür sıradan
işler için kullanmaya hiç niyetli olmadığı
ortadaydı. Her şeyden önce nüfusları çok azdı.
Ayrıca Suudi Kraliyet Sarayı, vatandaşlarına bir
işçinin elde edebileceğinden daha yüksek bir
eğitim seviyesi ve hayat tarzı sağlamak üzere bir
taahhütte bulunmuştu. Suudiler başkalarını
yönetebilirdi, fabrika ya da inşaat işçisi olmaya
ne niyetleri vardı, ne de hevesleri. Dolayısıyla,
işçiliğin ucuz ve insanların işe ihtiyacı olduğu
başka ülkelerden işgücü ithal etmek gerekecekti.
Bu insanlar mümkünse Mısır, Filistin, Pakistan
ve Yemen gibi diğer Ortadoğu ve İslam
ülkelerinden gelmeliydi.
Benim açımdansa öyle bir çözüm bayındırlık
fırsatları için daha büyük olanaklar yaratabilirdi;
tüm o işçiler için devasa konut siteleri, alışveriş
merkezleri,
hastaneler,
itfaiye
ve
polis
merkezleri, su ve kanalizasyon arıtma tesisleri,
ilave enerji, iletişim ve ulaşım ağları inşa etmek
gerekecekti. Sonuç olarak, bir zamanlar sadece
çöl olan yerlerde, modern şehirler yaratılacaktı.
Ayrıca
karşımızda
tuz
arıtma
tesisleri,
mikrodalga sistemleri, sağlık kompleksleri,
bilgisayar teknolojileri gibi yeni alanlardaki
gelişmeleri araştırmak ve denemek için iyi bir
fırsat vardı.
Suudi Arabistan, bir planlamacının gerçeğe
dönüşen rüyası, mühendislik ya da inşaat
işleriyle
ilişkili
biri
içinse
gerçekleşmesi
imkânsız bir fantezi gibiydi. Tarihte benzerine
rastlanmadık bir ekonomik olanak sunuluyordu:
Neredeyse sınırsız parasal kaynaklara sahip ve
modern dünyaya çok çabuk ve olabildiğince
gösterişli giriş yapmak isteyen az gelişmiş bir
ülke.
O işten çok zevk aldığımı itiraf etmeliyim. Ne
Suudi
Arabistan’da,
ne
Boston
Halk
Kütüphanesinde, ne de başka herhangi bir yerde
o
bağlamdaki
ekonometrik
modellerin
kullanımını haklı çıkaracak ele gelir veriler
vardı. Aslında, işin büyüklüğüne bakıldığında
(tüm bir ülkenin o ana kadar görülmemiş bir
boyutta, toptan ve birdenbire değişimi açısından)
tarihsel veriler olsa bile, bir anlam ifade
etmeyeceği apaçık ortadaydı.
Zaten kimse de, en azından oyunun bu kadar
başlarında öyle nicel analizler beklemiyordu.
Ben de hayal gücümü çalıştırıp, krallık için
görkemli bir gelecek öngören raporlar yazdım.
Bir megavat elektrik, bir kilometre yol ya da bir
işçi için yeterli olacak su, kanalizasyon, ev,
yiyecek ve sosyal hizmetler gibi şeylerin
yaklaşık
maliyetlerini
tahmin
etmek
için
kullanabileceğim
pratik
rakamlarım
vardı.
Benden o tahminleri daha hassas hale getirmem
ya da bunlardan kesin sonuçlar çıkarmam
beklenmiyordu. İşim, en basit tarifiyle, neyin
mümkün olabileceği hakkında bir dizi plan
(belki daha doğru deyişle ‘hayal’) tanımlayıp,
bunların maliyetleriyle ilgili kaba tahminler
çıkartmaktı.
Gerçek hedeflerse daima aklımdaydı: ABD
şirketlerine yapılacak ödemeleri azami düzeye
yükseltip, Suudi Arabistan’ı giderek ABD’ye
daha bağımlı hale getirmek. Bu ikisinin
birbiriyle ne kadar ilgili olduğunu fark etmem
fazla uzun sürmedi; yeni geliştirilecek projelerin
hemen hepsinin sürekli güncelleme ve bakıma
ihtiyacı olacaktı ve o kadar yüksek teknolojiyle
gerçekleştirileceklerdi
ki,
bakım
ve
modernizasyon ihtiyaçlarını ancak o projeleri
geliştiren firmalar karşılayabilecekti. Nitekim
işim ilerledikçe, hayal ettiğim her proje için iki
liste oluşturmaya başladım: Bir tanesi ilk
aşamada yapabileceğimiz tasarım ve inşaat
bağlantıları, diğeriyse uzun vadeli bakım ve
yönetim anlaşmaları.
MAIN, Bechtel, Brown&Root, Halliburton,
Stone& Webster ve daha birçok ABD mühendis
ve müteahhidi on yıllar boyunca iyi kâr
edecekti.
Sadece ekonomik olanın dışında, çok daha
değişik bir şekilde de olsa, Suudi Arabistan’ı
bize bağımlı kılacak bir yol daha vardı. Bu
petrol krallığının modernizasyonu, olumsuz
tepkileri de tetikleyecekti. Örneğin, muhafazakâr
Müslümanlar çok kızacak, İsrail ve diğer komşu
ülkeler kendilerini tehdit altında hissedeceklerdi.
Bu ülkenin ekonomik gelişimi, başka bir
endüstrinin
de
gelişimini
tetikleyeceğe
benziyordu: Arap Yarımadası’nın korunması.
ABD silahlı kuvvetleri ve savunma sanayi
yanında, bu tip faaliyetlerle uğraşan özel
şirketleri de cömert kontratlar ve yine uzun
vadeli bakım ve yönetim anlaşmaları bekliyordu.
Onların varlığı da, havaalanları, füze rampaları,
askeri üsler ve bu tesislerle ilgili tüm altyapıyı da
içeren yeni bir mühendislik ve inşaat projeleri
safhasını da beraberinde getirecekti.
Raporlarımı ofis içi postası ile mühürlü
zarflarda ‘Hazine Bakanlığı Proje Yöneticisi’ne
gönderiyordum. Bazen grup üyelerinden bir-iki
kişi ile karşılaştığım oluyordu ki, bunlar
MAIN’in
genel
müdür
yardımcıları
ve
patronlarımdı. Hâlâ araştırma ve geliştirme
safhasında olan ve henüz JECOR’un parçası
olmayan bu projenin resmi bir adı olmadığı için,
ondan sadece ve alçak sesle, SAMA diye
bahsediyorduk. Görünürde, bu Suudi Arabistan
Para Aklama Tezgâhı (Saudi Arabian Money-
Dostları ilə paylaş: |