Bir Ekonomik Tetikçinin İtirafları



Yüklə 1,73 Mb.
Pdf görüntüsü
səhifə28/78
tarix02.01.2022
ölçüsü1,73 Mb.
#44723
1   ...   24   25   26   27   28   29   30   31   ...   78
Bir Ekonomik Tetikçinin İtirafları - John Perkins ( PDFDrive.com )

laundering  Affair) demekti  ama  aynı  zamanda


şakayla  karışık  bir  kelime  oyunuydu;  krallığın

merkez  bankasının  adı  Suudi  Arabistan  Para

Ajansı (Saudi  Arabian  Monetary  Agency) veya

SAMA idi.

Bazen  bir  Hazine  temsilcisi  de  bize  katılırdı.

Bu  toplantılarda  çok

az

soru


sorardım.

Çoğunlukla  sadece  işimi  tarif  eder,  sorularına

yanıt  verir  ve  benden  ne  istenirse  yapmaya

gayret


etmeyi

kabul


ederdim.

Müdür


yardımcıları  ve  Hazine  temsilcileri,  özellikle

benim


uzun

vadeli


bakım

ve


yönetim

anlaşmaları

ile

ilgili


fikirlerimden

etkilenmişlerdi.  Hatta  müdür  yardımcılarından

biri,  ondan  sonra  Krallığa  atfen  sık  sık

kullandığımız,  “Güneş  emekliliğimiz  üzerinde

batana  kadar  sağabileceğimiz  inek”  deyimini

yaratmıştı.  Bu  deyim,  benim  zihnime  nedense

hep inek yerine keçinin görüntüsünü getirmiştir.

Bu


toplantılar

esnasında,

rakiplerimizin

çoğunun


benzer

işlerle


uğraştıklarını

ve

hepimizin  de,  ortaya  koyduğumuz  çabalardan



dolayı

sonunda


cömert

kontratlar

ile



ödüllendirilmeyi  beklediğimizin  farkına  vardım.

MAIN’in  ve  diğer  şirketlerin,  kaz  gelecek

yerden  tavuk  esirgenmez  mantığıyla,  bu  ön

çalışmaların

faturasını

üstlendiklerini

varsayıyordum.  Bunun  nedenlerinden  biri  de,

günlük  personel  zaman  çizelgem  üzerinde

zamanımı fatura ettiğim numaranın ortak ve idari

bir  genel  gider  hesabı  olması  idi.  Bu  yaklaşım,

çoğu  projenin  araştırma,  geliştirme  ve  teklif

hazırlama  safhalarında  tipik  olarak  kullanılırdı.

Evet,  bu  defa  ilk  yatırım  miktarı  normalin  çok

üstünde  idi  ama  o  müdür  yardımcıları,  miktarın

geri

ödeneceğinden



son

derece


emin

görünüyorlardı.

Rakiplerimizin  de  bu  işin  içinde  olduklarını

bilmemize  rağmen  hepimiz,  herkese  yetecek

kadar  iş  olduğunu  varsayıyorduk.  Dağıtılacak

ödüllerin,  yaptığımız  işin  Hazine  tarafından

kabul edilme düzeyini yansıtacağını ve sonunda

hayata  geçecek  planları  öneren  danışmanların,

en iyi kontratları alacaklarını bilecek kadar da bu

işin  içerisindeydim.  Tasarla-ve-  yap  safhasına

ulaşacak senaryolar üretmeyi, kişisel bir meydan



okuma  olarak  alıyordum.  MAIN  içinde  yıldızım

hızla

yükseliyordu.



SAMA’daki

anahtar


oyunculardan  biri  olmak,  eğer  başarılı  olursak,

bu yükselişin hızlanmasını garantilerdi.

Toplantılarda,

SAMA


ve

tüm


JECOR

operasyonunun bir örnek oluşturacağı olasılığını

da  açıkça  konuşuyorduk.  Uluslararası  bankalar

aracılığı  ile  borç  almaya  ihtiyacı  olmayan

ülkelerde  kârlı  işler  yaratmak  için  yepyeni  bir

yaklaşımdı bu. Böyle ülkelere örnek olarak akla

hemen  İran  ile  Irak  geliyordu.  Üstelik  insan

doğasını  da  göz  önüne  alarak,  bu  ülkelerin

liderlerinin  de  muhtemelen  Suudi  Arabistan'ı

taklit  etmek  isteyeceklerini  düşünüyorduk.  İlk

başta  o  kadar  olumsuz  görünen  1973  petrol

ambargosunun,  son  kertede  mühendislik  ve

inşaat  firmalarına  birçok  beklenmeyen  armağan

sunacağını  ve  küresel  imparatorluğa  giden  yolu

kolaylaştıracağı kesin gibi görünüyordu.

Yaklaşık sekiz ay boyunca ama hiçbir zaman

yoğun  birkaç  günü  aşmayan  bir  şekilde,  özel

konferans  salonuma  veya  Boston Common




Parkı’na bakan apartman daireme kapanarak, bu

hayal  ışığında  çalıştım.  Personelimin  başka

görevleri  vardı  ve  düzenli  olarak  onları  kontrol

etsem  de,  çoğunlukla  başlarının  çaresine

bakıyorlardı.

Zaman

geçtikçe



işimizin

etrafındaki  gizlilik  perdesi  de  aralandı.  Gittikçe

daha fazla kişi, ortalıkta Suudi Arabistan ile ilgili

bir  şeylerin  döndüğünün  farkına  varmaya

başladı.  Heyecan  arttı,  dedikodular  başladı.

Müdür  yardımcıları  ve  Hazine  temsilcileri  de,

sanırım  biraz  da  bu  dâhiyane  plan  hakkındaki

detaylar  ortaya  çıkıp,  kendileri  de  daha  fazla

bilgiye  sahip  oldukça,  daha  açık  olmaya

başladılar.

Gelişmekte

olan


bu

plan


uyarınca,

Washington, Suudi Arabistan’ın, petrol arzını ve

fiyatlarını  dalgalandırabilse  de,  her  zaman ABD

ve  onun  müttefiklerinin  kabul  edebilecekleri  bir

düzeyde  tutacağını  garanti  etmesini  istiyordu.

Eğer İran, Irak, Endonezya veya Venezuela gibi

diğer ülkeler, bir ambargo tehdidinde bulunursa,

geniş  petrol  rezervlerine  sahip  Suudi  Arabistan

araya  girip  boşluğu  dolduracaktı.  Bunu  bilmek



bile,  uzun  vadede,  diğer  ülkeleri  bir  ambargo

düşüncesinden  uzakta  tutmaya  yetecekti.  Bu

garanti  karşılığında

Washington

da  Suud

Hanedanı’na  çok  cazip  bir  teklifle  gelecekti:

ABD,  tam  ve  tartışmasız  bir  biçimde  politik  ve

gerekirse  askeri  destek  sağlama  garantisi

verecek,  böylece  hanedanın  ülkenin  hakimi

olarak varlığını sürdürmesini sağlayacaktı.

Coğrafi

konumu,


askeri

kuvvetlerinin

yokluğu,  İran,  Irak,  Suriye  ve  İsrail  gibi

komşuları karşısında genel olarak zayıf konumu

düşünüldüğünde,

bu


Suud

Hanedanı’nın

reddedemeyeceği  bir  teklifti.  Bu  yüzden  de,

doğal olarak, Washington bu avantajını bir kritik

şart  daha  kabul  ettirmek  için  kullandı:  ET’lerin

dünyadaki  rollerini  yeniden  tanımlayan  ve

ileride,  başta  Irak  olmak  üzere,  diğer  ülkelerde

de  uygulamaya  çalışacağımız  bir  model  haline

gelen  bir  şart.  Geriye  dönüp  bakınca,  bazen

Suudi  Arabistan’ın  bu  şartı  nasıl  olup  da  kabul

ettiğini  anlamakta  zorluk  çekiyorum.  Tabii  ki,

geri kalan Arap dünyasının çoğu, OPEC ve diğer

Müslüman  ülkeler,  anlaşmanın  şartlarını  ve



kraliyet ailesinin Washington’un taleplerine nasıl

boyun eğdiğini öğrenince dehşete düşmüştü.

Şart  şuydu:  Suudi  Arabistan  petrodolarlarını

ABD  devlet  tahvili  almak  için  kullanacak,

karşılığında ise bu tahvillerden elde edilecek faiz

geliri


ABD

Hazine


Bakanlığı’nca

Suudi


Arabistan’ın  bir  Ortaçağ  toplumu  olmaktan

çıkıp,  modern  ve  sanayileşmiş  dünyaya  adım

atmasını

sağlamaya

yönelik

kullanılacaktı.

Başka  bir  deyişle,  krallığın  petrol  gelirinin

milyarlarca  dolara  varan  bileşik  faizi,  benim  (ve

muhtemelen bazı rakiplerimin) Suudi Arabistan’ı

modern  bir  endüstriyel  güce  çevirmek  için

kurmuş  olduğumuz  hayalleri  gerçekleştirmeleri

için  ABD  firmalarına  ödenecekti.  Kendi  hazine

bakanlığımız  bizi,  Suudi  parası  ile  tüm  Arap

Yarımadası’nda altyapı projeleri ve hatta komple

şehirler yapmak üzere işe alacaktı.

Her  ne  kadar  Suudiler,  bu  projelerin  genel

yapısı  hakkında  söz  söyleme  haklarını  saklı

tutsalar  da,  gerçek  şuydu  ki,  seçkin  (ve  çoğu

Müslüman’ın  gözünde  kâfir  olan)  bir  grup



yabancı,  Arap  Yarımadası’nın

gelecekteki

görünümünü  ve  ekonomik  yapısını  belirliyor

olacaktı.  Üstelik  bu  da,  muhafazakâr  Vahabi

prensipleri üzerine kurulu ve birkaç yüzyıldır da

bu  prensiplere  göre  yönetilen  bir  krallıkta

olacaktı.  Onlar  açısından  oldukça  büyük  bir  iyi

niyet  gösterisi  gibi  görünüyordu  ama  bu

koşullarda  ve

Washington

tarafından  öne

sürülen  politik  ve  askeri  baskılar  sonucu,  Suud

ailesi  çok  fazla  seçeneği  olmadığına  karar

vermiş olmalıydı.

Bizim  açımızdan,  inanılmaz  kâr  olasılıkları,

sınırsız  gibi  görünüyordu.  Şaşırtıcı  bir  örnek

oluşturma  potansiyeline  sahip,  şeker  gibi  bir

anlaşmaydı bu. Ve anlaşmayı daha da tatlı kılan,

herkesin,  özellikle  de  defterlerini  ve  sırlarını

başkaları  ile  paylaşmayı  hiç  istemeyen  Bechtel

ve  MAIN  gibi  özel  şirketlerin  nefret  ettiği  bir

süreç  olan  meclis  onayı  alınmasına  gerek

olmamasıydı.  Ortadoğu  Enstitüsü’nde  yardımcı

araştırmacı  olan  eski  gazeteci  Thomas  W.

Lippman,  bu  anlaşmanın  önemli  noktalarını  çok

etkili bir şekilde şöyle özetliyordu:




[41]

‘Nakit içinde yüzen Suudiler, yüzlerce milyon

doları ABD  Hazinesi’ne  verecekler,  onlar  da

satıcılara  veya  çalışanlara  ödeme  yapmak

gerekene  kadar  bu  parayı  tutacaklardı.  Bu

sistem,


Suudi

parasının

Amerikan

ekonomisine geri dönmesini garanti ediyordu.

Anlaşma,

aynı


zamanda,

komisyon


yöneticilerinin  Suudiler  ile  birlikte  yararlı

olduğuna karar verdikleri herhangi bir projeyi

de,

meclis


onayına

gerek


kalmadan

yapmalarını sağlıyordu.’

Bu

tarihi


taahhüdün

parametrelerini

saptamak,  kimsenin  tahmin  edemeyeceği  kadar

kısa bir sürede gerçekleştirildi. Ama ondan sonra

bunu

uygulamak



için

bir


yol

bulmak


zorundaydık.  Süreci  başlatmak  için,  hükümetin

en  üst  kademelerinde  görevli  biri,  son  derece

gizli  bir  görevle,  Suudi  Arabistan’a  gönderildi.

Hiçbir zaman emin olamadım ama sanırım o kişi

Henry Kissinger idi.

Elçi  her  kim  ise  ilk  görevi  kraliyet  ailesine,




Musaddık,  İngiliz  petrol  çıkarlarını  kapı  dışarı

ettiği  zaman,  komşu  İran’da  neler  olduğunu

hatırlatmak  oldu.  Sonra,  Suudiler’in  önüne  geri

çeviremeyecekleri  kadar  cazip  bir  plan  koyup,

onlara,  aslında  çok  fazla  seçenekleri  olmadığını

gösterdi.  Suudiler’in,  ya  teklifimizi  kabul  edip

onları  destekleyip  korumamızı  garantileyerek,

hükümdarlıklarını sağlama almak ya da reddedip

Musaddık’ın yolundan gitmek arasında bir seçim

yapmak zorunda olduklarını çok açık bir şekilde

anladıklarına

hiç


şüphem

yok.


Elçi,

Washington’a döndüğünde, beraberinde kraliyet

ailesinin  anlaşmayı  kabul  ettiği  mesajını  da

getirmişti.

Sadece  küçük  bir  engel  vardı.  Suudi

hükümeti  içindeki  anahtar  oyuncuları  ikna

etmemiz  gerekecekti.  Bize  söylendiği  kadarıyla,

bu  aile  içi  bir  mesele  idi.  Her  ne  kadar  Suudi

Arabistan bir demokrasi olmasa da, yine de öyle

görünüyordu  ki  Suud  Hanedanı  içinde  bir  fikir

birliğine gerek duyuluyordu.

1975  yılında,  o  anahtar  oyunculardan  birini




ikna  etmek  üzere  atanmıştım.  Her  ne  kadar

gerçek  bir  veliaht  prens  olduğunu  hiçbir  zaman

belirleyemediysem  de,  onu  her  zaman  Prens W

olarak  düşündüm.  İşim,  onu  Suudi  Arabistan

Para

Aklama


Tezgâhı’nın

ülkesi


kadar

kendisinin  de  yararına  olacağı  konusunda  ikna

etmek idi.

Bu,  ilk  anda  göründüğü  kadar  kolay  değildi.

Kendisinin  iyi  bir  Vahabi  olduğunu  söyleyen

Prens W, ülkesinin Batı’nın ticari anlayışını taklit

ettiğini görmek istemediği konusunda ısrarcıydı.

Aynı zamanda, yapmayı önerdiğimiz şeyin sinsi

doğasını anladığını da iddia ediyordu. Bizim, bin

yıl


önceki

Haçlılar

ile

aynı


hedefleri

güttüğümüzü  söylüyordu:  Arap  dünyasının

Hıristiyanlaştırılması.

Aslında,

bu

konuda


kısmen  de  olsa  haklıydı.  Bence,  Haçlılar  ile

bizim  aramızdaki  fark  sadece  bir  derece

meselesiydi.  Avrupa’nın  Ortaçağ  Katolikleri,

Müslümanlar’ı Araf  tan  kurtarmaya  çalıştıklarını

iddia

ediyorlardı;



biz

ise


Suudiler’in

modernleşmelerine  yardım  etmek  istediğimizi

iddia  ediyorduk.  Gerçekte,  sanırım  Haçlılar  da,



şirketokrasi  gibi,  öncelikle  imparatorluklarını

genişletme peşindeydiler.

Dini  inançlar  bir  yana,  Prens W’nun  bir  zaafı

vardı;  güzel  sarışınlar.  Bugün  artık  haksız  bir

klişe haline gelmiş bir şeyden söz etmek gülünç

geliyor  ve  Prens W’nun  tanıdığım  birçok  Suudi

arasında bu eğilime sahip ya da en azından bunu

görmeme  izin  veren  yegâne  kişi  olduğunu  da

söylemeliyim.  Yine  de,  bu  tarihi  anlaşmanın

yapılandırılmasında  bir  rol  oynadığı  gibi,

görevimi  tamamlamak  için  neler  yapabileceğimi

de gösterdi.





Yüklə 1,73 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   24   25   26   27   28   29   30   31   ...   78




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©www.azkurs.org 2025
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin