Sunuş Değerli Meslektaşlarımız


TTB- KİMYASAL GÖSTERİ KONTROL AJANLARIYLA TEMAS EDENLERİNSAĞLIK SORUNLARINI DEĞERLENDİRME RAPORU



Yüklə 6,78 Mb.
səhifə3/15
tarix07.01.2017
ölçüsü6,78 Mb.
#4653
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   15

TTB- KİMYASAL GÖSTERİ KONTROL AJANLARIYLA TEMAS EDENLERİNSAĞLIK SORUNLARINI DEĞERLENDİRME RAPORU

Ülkemizde toplumsal olaylarda güvenlik güçleri tarafından kullanımı giderek yaygınlaşan, “göz yaşartıcı gaz” olarak bilinen ve “gösteri kontrol ajanları” olarak adlandırılan kimyasal maddeler, yaşanan son olaylarla bir kez daha ülke gündemine oturmuştur. Günlerce yoğunlukla, her yerde ve sürekli kullanılan gaz ve sıvı formundaki bu kimyasal silahlar, ciddi sağlık sorunları yaratmış ve yaratmaya devam etmektedir.

TTB tarafından derlenen bilgilere göre, 31 Mayıs- 24 Haziran 2013 tarihleri arasında meydana gelen olaylarda dört kişi ölmüş, 60’ ağır olmak üzere sekiz bin kişi yaralanmıştır. On bir insanımız gözünü kaybetmiş, 103 kişi kafa travması geçirmiştir. Yaralanma ve sağlık hizmeti ihtiyacının türleri biber gazına bağlı yüzeyel yangılar ve solunum sıkıntıları, astım krizi, epilepsi atakları, yakından atılan biber gazı kapsülleri, plastik mermiler ve darp nedenli kas-iskelet sistemi yaralanmaları (yumuşak doku zedelenmeleri, kesiler, yanıklar, basit kırıklardan sekel bırakacak ciddiyete sahip açık/kapalı kırıklar), kafa travmaları, plastik mermilerden kaynaklı görme kayıplarına varan göz problemleri ve karın içi organ yaralanmaları biçiminde belirtilmektedir.

Bu bulguların bir kısmı plastik mermi, darp gibi sebeplerle oluşmuşsa da önemli bir bölümünün doğrudan veya yakından atılan gaz kapsülleri ile ilgili olduğu bilinmektedir. Güvenlik güçleri giderek daha farklı kimyasal maddeler kullanmakta, müdahalelerin şiddeti ve sağlık etkileri artış eğilimi göstermektedir.

Hastanelere ve sağlık kuruluşlarına ciddi sağlık sorunları ve yaralanmalarla başvuranlar dışında çok büyük bir grubun kullanılan kimyasal gazlardan etkilendiği bilinmektedir.

Türk Tabipleri Birliği sürecin başından itibaren gerek Tabip Odaları aracılığıyla yürütülen ilkyardım ve sağlık hizmetleri etkinlikleri, gerek raporlama, izleme, değerlendirme çalışmaları ve basın açıklamaları ile gerekse de gösteri kontrol ajanları ile ilgili bilgi üretimi ve paylaşımı ile mesleki ve insani sorumluluğunu yerine getirmeye çaba harcamaktadır.

Bu çalışmalara ek olarak kullanılan kimyasallara maruz kalanların yaşadıkları sağlık sorunlarının değerlendirilmesi amacıyla bir çalışma başlatılmış ve hazırlanan ilk rapor 10 Haziran 2013 tarihinde kamuoyu ile paylaşılmıştır.

Gazdan etkilenenlere yönelik veri girişinin sürdüğü çalışmanın okumakta olduğunuz bu raporunda 11.055 yanıt üzerinden bir değerlendirme sunulmuştur. Elde edilen bulgulara ve Kimyasal Silah/ Gösteri Kontrol Ajanlarına Maruz Kalma Değerlendirme Formu’nu web sayfası üzerinden oldurarak verilen yanıtlara göre;

Etkilenenlerin büyük çoğunluğunun (% 65’i) 20-29 yaş grubunda olduğu izlenmektedir. 30-39 yaş grubu ise %23 ile ikinci sıradadır.

• Etkilenenlerin yarıdan fazlası (% 53) kadındır.

• Etkilenenler 41 farklı ilde dağılmıştır, % 94, 8’i üç büyük ildendir.

İstanbul % 64, 5 ile ilk sırada yer almaktadır.

• Forma yanıt verenler %68, 5 oranında gazdan “çok yoğun” etkilenmişlerdir.

Buna göre her 10 kişiden neredeyse yedisi kullanılan kimyasal maddelerden çok yoğun olarak etkilendiğini ifade etmektedir.

• Kimyasal gazlardan korunmak için araç kullanımı %88 olmasına karşılık kullanılan malzemelerin yeterli koruma sağlamayan araçlar olduğu görülmektedir.

• Etkilenenlerin %30’u kimyasal gaza 1 metreden az bir mesafe ile maruz kalındığını, %38’i de 1-5 metre arasında bir mesafeden maruz kalındığını göstermektedir. Diğer bir deyişle yanıtların

%68’i, 5 metrelik bir alanda gazla temas etmiştir. Ek olarak yanıt verenlerin %33’ü gaza en yakın olduğu mesafede, gazla beş dakikadan daha fazla süreyle temas ettiklerini belirtmişlerdir Bu durum maruz kalmanın yoğunluğu ve kimyasal maddenin vücuda giren miktarının yüksek olmasına, sağlık etkilerinin de bu oranda ağırlaşmasına neden olmuş olabilir.

• Etkilenenlerin %53’ü ise farklı zamanlarda toplam 1-8 saat arasında kimyasallara maruz kaldığını belirtmektedir. %11’i ise 20-24 saat maruz kaldığını belirtmektedir. Bu veriler yanıtlayıcıların farklı zamanlarda ve sürelerde toplamda saatlerce gazla karşılaştıklarına işaret etmektedir. Bu durum sağlık etkilerinin ortaya çıkışını ve yoğunluğunu arttıran bir faktör olabilir.

• Kimyasallara maruz kalma sonrası ortaya çıkan belirtiler sorulduğunda yanıt verenlerin göz ve burun, boğaz ve solunum yolu belirtilerinin ön planda olduğu görülmektedir. Farklı zamanlarda ortaya çıkan belirtilerin toplam sayısı 147.284 olarak belirlenmiştir. Bu belirtilerin 46 binden fazlası 1 saatten fazla sürmüştür.

• Belirtiler arasında astım ve hipertansiyon atakları, ciddi nefes darlığı, nörolojik ve psikolojik belirtiler azımsanmayacak düzeyde bulunmaktadır.

• Maruz kalma süresinin artışı birçok belirtiyi tetiklemekte ve uzun süre devam etmesine yol açmaktadır.

• Formu yanıtlayanlar arasında gaz fişeği nedeniyle toplam yaralanma yüzdesi %7 olarak tespit edilmiştir. Yaralanma bölgeleri verileri gaz bombalarının insanları hedef alarak ateşlendiğini düşündürmektedir.

• Yaralanma şiddetine ilişkin belirtilenler arasında sıyrıklar ve kızarıklık ilk sıralarda gelmektedir. Toplam 191 açık yara ve 31 kırık bildirilmiştir.

• Etkilenenlerin %92’si sağlık yardımı almamış ya da çevresindeki gönüllülerden almıştır. Hastaneye başvurma ya da götürülme yüzdesi %5 düzeyindedir.

Sonuç olarak bu veriler, yaşanan olaylarda kullanılan kimyasal maddelerin etkilenenlerde ciddi sağlık sorunlarına yol açtığını ortaya koymaktadır.

Tıbbi literatürde “kimyasal silahlar” başlığında ele alınan ve insan sağlığına ve çevreye zararları çeşitli çalışmalarla ortaya konan, uzun dönemli etkileri konusunda çok ciddi kuşkular bulunan bu maddelerin bu denli yoğun ve keyfi biçimde zarar vermek üzere kasıtlı kullanımı insan haklarına aykırıdır. Biber gazı ve benzeri gösteri kontrol ajanlarının bir an önce yasaklanmalıdır. Etkilenmeye bağlı ortaya çıkan sağlık sorunlarının izlenmesi ve uzun dönem etkilerinin ortaya konabilmesi için bir program başlatılmalıdır.

Bu araştırmayı Türk Tabipleri Birliği adına yürüten ve raporu hazırlayan Dr. Feride Aksu Tanık, Dr. Cavit Işık Yavuz, Dr. Harun Balcıoğlu ve Uğur Okman’a şükranlarımızı sunar, raporun toplumsallığına katkı sağlamasını dileriz.






YAŞAMIMIZDAKİ TOKSİK RİSKLER (1): SU ve DENİZ

Oturum Başkanları:




Prof. Dr. Mustafa Gönüllü

Ürgüp’te 1949 yılında doğdu, ilk ve orta eğitimini Ürgüp’te, lise eğitimini Ankara Kurtuluş Lisesinde tamamladı. Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi’nden 1972’de mezun oldu. Trabzon, Çarşıbaşı Sağlık Ocağı’nda 1978 yılına kadar görev yaptı. Erciyes Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde 1981 yılında Anesteziyoloji ve Reanimasyon ihtisasını tamamladı. Cumhuriyet Üniversitesi Tıp Fakültesi’ne 1983 yılında Yard. Doç. olarak başlayıp, 1987 yılında Doçent, 1992 yılında Profesör unvanını aldı. Pamukkale Üniversitesi Tıp Fakültesinde 1995-2000 yılları arasında çalıştıktan sonra Cumhuriyet Üniversitesine döndü. 2008 yılında İzmir Tepecik Eğitim ve Araştırma Hastanesine Klinik Şefi olarak atandı ve klinikte Eğitim ve İdari Sorumlusu olarak çalıştı. 2012 yılında Yoğun Bakım Yan Dal Uzmanı oldu. 01 Ocak 2014 tarihinde ise emekli olmuştur.

Klinik Toksikoloji Derneğini kuruluşundan beri içerisinde olmuş, 2007 yılında dernek başkanlığına seçilmiş ve bu görevi 2013 yılı sonuna kadar sürdürmüştür. Evli olup, eşi de emekli öğretim üyesidir (Psikoloji). Üç çocuk ve 4 torun sahibidir.


description: kopyası mustafa






Prof. Dr. Leyla İyilikçi Karaoğlan

Dokuz Eylül Üniversitesi Tıp Fakültesi

Anesteziyoloji ve Reanimasyon AD, İZMİR


Dokuz Eylül Üniversitesi Tıp Fakültesinden 1988 yılında tıp eğitimini, 1996 yılında da Anesteziyoloji ve Reanimasyon Uzmanlık eğitimini tamamladı. 1994-1995 yıllarında Fransız Dışişleri Bakanlığı Bursu ile - CIES Bursu, Paul Brousse Hospital, Paris, Fransa, Hepatobiliyer Merkezi Karaciğer Transplantasyonu Yoğun Bakım ve Genel Anestezi uygulamaları üzerine 1 yıl eğitim gördü. 1998’de Öğretim görevlisi, 2001 yılında Yrd Doç. ünvanlarını aldı. 2006’da Doçent, 2011 yılında da Profesör oldu. Halen DEÜTF Anesteziyoloji AD’da ameliyathane dışı anestezi uygulamaları sorumlusu olarak ve karaciğer transplantasyonu anestezi uygulamaları alanında çalışmaktadır.

DEÜTF Palyatif Merkezi kurucu üyesi ve halen yönetim kurulunda bulunmaktadır. Halen DEÜTF Fakülte Kurulunda profesör temsilci olarak görev yapmaktadır. 2014 Ocak ayında TARD Ege- Akdeniz Şubesi Başkanı seçilmiştir.


c:\users\ser\downloads\leyla iyilikçi.jpg


Eko Toksikoloji




Prof. Dr. Hatice Parlak

Ege Üniversitesi Su Ürünleri Fakültesi

Su Ürünleri Temel Bilimler Bölümü Deniz Biyolojisi AD İZMİR


1955 yılında Uşakta doğmuştur. İlk ve orta öğrenimini İzmir’de tamamladıktan sonra 1976 yılında Ege Üniversitesi Fen Fakültesi Biyoloji bölümünde Lisans Eğitimini, aynı bölümde Hidrobiyoloji AD’da 1978 yılında Yüksek lisans eğitimini ve 1985 yılında Doktorasını tamamlamıştır. 1990 yılında doçent olmuştur. 1995 yılında Su Ürünleri Fakültesi, Deniz Bilimleri ve Teknolojisi bölümüne Profesör olarak atanmıştır. Halen aynı bölümde görevine devam etmektedir. Deniz kirliliği, sucul toksikoloji ve ekotoksikoloji alanlarında çalışmalar yapmaktadır. İngilizce ve Japonca bilmektedir. Evli ve iki kız çocuk annesidir.

http://akademik.ege.edu.tr/sites/default/files/pictures/picture-909.jpg

Yaşamımızdaki Toksik Riskler: Ekotoksikoloji

Özet: Zehirli maddelerin canlı üzerindeki özellikle de insan üzerindeki etkilerini ve etki mekanizmalarını araştırmaya yönelik çalışmalar yoğun bir şekilde sürdürülmektedir. Ekotoksikoloji bilim dalı ise çok yeni olup insanın çevre üzerindeki olumsuz etkilerinin görülmeye başlaması ile birlikte doğmuştur. Toksikolojinin alt dalı olan Ekotoksikoloji “doğal türlerin ve ekosistemlerin korunması amacıyla çevresel kirleticilerin istenmeyen etkilerinin araştırılması” olarak tanımlanabilir. Bu amaçla, kirletici maddelerin biyosfer içindeki dağılımı ve çeşitli ekosistemler üzerindeki etki mekanizmalarını araştırmaya yönelik çalışmalar yapılmaktadır. Biyolojik sistemler merdiveninde hücreden ekosfere kadar olan tüm basamakları (hücre, organ, birey, populasyon, kommunite, ekosistem, ekosfer) kapsadığı için bu çalışmalarda uygun yöntemler uygulamak ve geliştirmek en önemli hedeflerdir. Amaç ekosistem sağlığının korunmasıdır.

Giriş

Yazılı, sözlü veya görsel basında gün geçmiyor ki bir çevresel olumsuzluk haberi yayınlanmasın. Örneğin, Gediz, Sakarya, Büyük Menderes nehrinde balık ölümlerinin görülmesi veya kullanılan plastiklerin ne kadar zararlı olduğu ve çocuklarda cinsiyet bozukluklarına yol açtığı haberleri gibi. Bunları listeler halinde çoğaltmak mümkün. İçinde bulunduğumuz yüzyılın başından itibaren giderek artan çevresel problemler gündemimizi işgal etmektedir. İnsan yapısı bazı kimyasalların zararlı etkilerini giderek daha çok fark eder hale gelmiştir. “Akan su pis tutmaz” gibi atasözlerinin yanlış olduğu görülmüştür.

Nasıl bu duruma geldiğimizi kısaca özetlemekte fayda vardır. Yeryüzündeki bütün canlılar, canlı ve cansız çevreleri ile doğal olarak ilişki halindedir ve doğal kaynak olarak bildiğimiz dünyanın bütün bileşenlerini kullanmaktadırlar. İnsan da bu dünyanın bir canlı öğesi olarak ilk insandan günümüze kadar doğal kaynaklardan faydalanmıştır. İlk insan yaklaşık 100.000 yıl öncesinden barınma, ısınma ve beslenme gereksinimlerini karşılamak üzere kaynakları kullanmıştır. Hatta tarih öncesinde bile bazı türlerin soyunun tükenmesi nedenin, insanın etkisi ile meydana geldiği düşünülmektedir. Ateşin keşfedilmesi belki de bir dönemeç noktasını oluşturur. Felsefik olarak insan eliyle ortaya çıkan ilk hava kirleticiler, ateşi ilk bulan insan tarafından oluşturulmuştur denilebilir.

İnsanlar ilk zamanlarından beri çevrelerini kirletmişler ve onlarla birlikte yaşayan diğer canlıların yaşamını olumsuz yönde etkilemişlerdir. Bu etki bir bakıma insanın diğer canlılar üzerinde üstün olmasını sağlamıştır. Ancak günümüzde insan sayısının 7 milyara yakın bir rakama ulaşması ve onların dünya üzerindeki olumsuz etkileri, ne yazık ki bu sayının azalmasını zorlayacak ölçülere gelmiştir. Bilindiği gibi biyoloji biliminde, canlıların gelişimi çan eğrisi şeklinde olmaktadır. Bir ortamdaki canlılar lag fazın ardından ortamın yeteri kadar gereksinimlerini karşılayacak zenginlikte olmasından dolayı hızlı bir gelişim gösterir ve sayıca artarlar. Ancak ortamın taşıma kapasitesi ölçüsünde bu gelişim devam eder ve kaynaklar azaldıkça gelişim durur populasyon hızla küçülür. Bu bütün doğal populasyonlar için geçerlidir. Ancak insan düşünen ve plan yapan bir canlı olarak kirliliği kontrol edebilir ve devamlılığını tehdit eden koşulları değiştirebilir. Bu nedenle, insanlığın geleceği çevrelerini ve diğer canlıları koruması ile mümkün olabilecektir. Böylece “Çevrenin Korunması” giderek tartışmasız kabul gören bir kavram haline gelmiştir.

Endüstri devrimi, yani 1800’lü yıllar çevre kirliliğinin başlangıç tarihi sayılmaktadır. Bu yıllardan sonra buhar gücü ile çalışan makinelerin gelişmesi üretimin daha büyük miktarlarda ve daha kolaylıkla elde edilmesini sağlamıştır. Başka açıdan bakıldığında ise bu üretim artışı atık (çöp) miktarında artış anlamına gelmektedir. Öte yandan, fabrikalar gerek ham madde gerekse işlenmiş ürünlerin taşınmasında kolaylık sağlaması ve ekonomik olması nedeniyle çoğu zaman suyolları yakınlarına kurulmuştur. Uzun yıllar boyunca atık maddeler de, arıtılmadan bu suyollarına boşaltılmıştır. Ayrıca üretim sahalarında iş imkânı bulan birçok insanın yerleşimi ve artan refah sonucu zengin bölgeler ortaya çıkmıştır. Yine başka açıdan bakarsak bunun anlamı o bölgelerde yaşayan birçok canlının yaşam ortamı işgal edilmesidir. Bu endüstriyel bölgelerde ortaya çıkan kirlilik kilometrelerce uzaklara taşınmış ve hiçbir aktivitenin olmadığı yerleri de etkilemiştir. İnsanlık yaklaşık 150 yıldan beri kirlilik problemi ile karşı karşıyadır. Bu yüzden, fauna ve florada çoğu kimyasal atık ile baş edebilecek herhangi bir spesifik bir prosesin evrimleşmesi için yeterli süre geçmemiştir. Kirli bölgelerdeki bazı canlılar yok olurken bazıları da evrimsel avantaj sağlamıştır.

İkinci Dünya savaşından hemen sonra çok miktarda toksik kimyasalın çevreye atılması Toksikoloji biliminin sınırlarını insan üzerindeki etkilerinin araştırılmasından çok çevre üzerindeki etkilerini de ortaya koyacak şekilde genişletmeye zorlamıştır. Bu, “Çevresel Toksikoloji” olarak tanımlanmıştır. Çevresel toksikolojide en önemli araçlar: çevredeki veya canlılardaki toksik kalıntıların belirlenmesi ve insan dışındaki diğer canlılar üzerinde kimyasalların toksik etkilerinin test edilmesidir.

Ne yazık ki, bir akvaryumdaki balıktan ya da kafesteki fareden karmaşık ve çok parametreli çevreye atlamak pek kolay olmamış ve kirletici maddelerin populasyon, kommunite ve bütün ekosistem üzerindeki etkilerini tahmin edebilmek ihtiyacından dolayı “Ekotoksikoloji” bilimi ortaya çıkmış ve gelişmiştir.

Bu sunumda, Ekotoksikoloji bilim dalının doğuşu, Toksikoloji içindeki yeri ve prensipleri hakkında güncel literatürden derlenmiş bilgiler aktarılmaya çalışılacaktır.



Ekotoksikoloji nedir?

“Ekotoksikoloji” terimi ilk defa 1969 yılında Fransız Bilimler Akademisi üyesi olan bilim adamı Prof. Réné Truhaut tarafından kullanılmıştır. Prof. Truhaut iki farklı bilimsel disiplin olan ekoloji ve toksikoloji disiplinlerinin birleşmesi ile ortaya çıkan oldukça yeni bir bilim dalı olarak Ekotoksikoloji’yi ortaya koymuştur. Ekoloji Krebs 1985’de organizmaların bolluğu ve dağılımını tayin eden etkileşimlerin araştırılması, Kocataş (2007) ise canlıların birbiri ile ve çevreleri ile olan ilişkilerini inceleyen bilim dalı olarak tanımlamıştır. Öte yandan, toksikoloji, zehir bilimidir ve kimyasalların canlılar üzerindeki olumsuz etkilerini araştırmaktadır. Yeterli miktarlarda olduğu takdirde hemen hemen bütün kimyasallar bir zehirdir ancak toksikoloji bunlar arasında çok az miktarlarda bile canlıda olumsuz etkiler yapan kimyasallar ile ilgilenmektedir. Basit olarak, toksikoloji ise, canlılar üzerinde zehir etkisi yapan faktörleri araştıran bilim dalı olarak tanımlanabilir. Toksikoloji bilimi geniş anlamda canlılar üzerinde fizyolojik ve biyokimyasal olarak çeşitli yönden etkili olan faktörleri araştırmayı amaçlar. Toksikolojinin bütün dallarında kimyasalın göreceli toksisitesi hakkındaki bilgiler çok önemlidir. Bu bilgiler yeni üretilen bir kimyasal hakkında olabildiği gibi, bir çevresel kirleticinin etkilerinin modellenmesi hakkındaki bilgilere kadar çok geniş bir çalışma alanını kapsar. Günümüzde, toksikoloji bilimi tıp ve eczacılık bilimlerinin alt dalı olarak yer bulmuş ise de genel olarak tüm canlı varlıklar üzerinde toksik olma mekanizmalarını araştıran, ölçen ve açıklayan bir bilimdir.

O halde ekolojik olarak toksik olma nedir? Doğal çevredeki kirletici maddelerin canlılar üzerindeki etkileri ile ilgili çalışmalar tek tek biyolojik türler üzerinde yoğunlaşmıştır. Bu bilgiler doğal çevrede yer alan oldukça karmaşık ekosistemler üzerinde oluşacak etkileri açıklayamaz. O nedenle, son yıllarda kirletici maddelerin populasyon hatta tüm ekosistem üzerindeki etkileri araştırma konusu üzerinde ilgi artmış ve yeni bir bilim dalı ortaya çıkmıştır. Bu yeni bilim dalı olan Ekotoksikoloji ile anlatılmak istenen “doğal türlerin ve popülasyonların korunması amacıyla kimyasalların istenmeyen etkilerinin araştırılmasıdır”. Walker et al (1996) benzer şekilde ve basit bir ifadeyle ekotoksikolojiyi “kimyasalların ekosistem üzerindeki zararlı etkilerinin araştırılması” olarak tanımlamışlardır.

Canlıların çevrelerinde oluşması muhtemel olumsuz değişikliklerin, canlı üzerindeki etkisi de ekolojinin araştırma alanına girer. Çevresel ortamda bulunan kirletici maddelerin birey, populasyonlar ve kommuniteler üzerinde oluşturduğu baskının araştırılması yanı sıra toksik etki yapan maddeleri saptamayı amaçlar. Sonuç olarak, Ekotoksikoloji “Kirletici maddelerin biyosfer içindeki dağılımı ve kirleticilerin farklı ekosistemlerdeki etki mekanizmalarını araştırır.”





Şekil. Ekosisteme atılan kimyasalların zararının belirlenmesi için bilinmesi gereken veri grupları olan çevresel kimyası ve akıbeti (Cairns JJr, Kenneth LD, Maki AW. Hydrobiologia 1979;64, 2,157-66’dan alınmıştır).
KİRLETİCİ MADDELERİN CANLILAR ÜZERİNE ETKİLERİ, TOKSİK ETKİNİN ÖLÇÜLMESİ VE RİSK TAYİNİ

-Çevresel Kirleticilerin canlılara geçişi

Klasik olarak, canlılar kirletici maddeleri 3 farklı yoldan absorbe ederler.



1. Solunum yoluyla,

2. Deriden absorbsiyon ya da adsorbsiyonla,

3. Sindirim sistemi yoluyla (besin),

Canlıların belirli bir kimyasala maruz kalması çeşitli faktörlere bağlıdır. Bunlar, su kimyası, bileşiğin fiziksel ve kimyasal özellikleri ve canlının biyolojik özellikleridir. Genel olarak çok hidrofobik olan (log Kow> 6.0) bileşiklerin doğrudan doğruya besin yoluyla alındığı, buna karşılık daha düşük derecede hidrofobik olanların (log Kow<4.0) sudan absorbsiyon yoluyla özellikle solungaçlardan geçerek alındığı düşünülmektedir.

Karasal canlılarda sözü edilen 3 şekilde alınım birbirinden bağımsız meydana geldiği halde, sucul canlılar her alınım yolu ile birlikte kirletici maddeleri bünyelerine alırlar.

Bir kirletici madde canlı içinde dağılmadan önce hücre zarını geçerek içeriye girmek zorundadır. Bu nedenle hücre zarı kirletici maddelerin ve diğer kimyasalların hareketini kontrol etmede yaşamsal öneme sahiptir. Hücre zarından pasif difüzyon, filtrasyon, aktif taşınma, taşıyıcı proteinler ile yapılan pasif taşıma ve pinositosis (hücre zarının içe doğru çökerek içinde aldığı maddeleri hücre içine taşıması) gibi çeşitli geçiş şekilleri vardır. Hücre zarından geçiş eğer kimyasalın yağda çözünme kapasitesi çok düşük ise hücre zarında çözünerek pasif taşınım yoluyla veya hücre zarından geçemeyecek kadar büyükse filtrasyon yoluyla geçer. Aktif taşıma sisteminde ise bir taşıyıcı bulunmaktadır ve bu yolla kirletici maddenin kimyasal formu makromoleküler bir taşıyıcı ile hücre zarının içine geçer. Bu sistem hem hücre içi alınmayı hem de hücreden maddelerin dışarıya atılmasını içermektedir.

Kirletici maddelerin alınması ve hücre içinde tutulması canlıdaki derişiminin giderek artmasına neden olur ve olumsuz etkiler ortaya çıkar.

-Toksik Etkinin ölçülmesi

Günümüzde uygulana gelen ekotoksikolojik testler esas olarak etkinin niceliğini ortaya koymaya yönelik verilerin alınmasına yöneliktir. Toksisite testlerinin yapılmasının başlıca amacı canlılar üzerinde zararlı etki yapan ve görünür hiçbir etkisi olmayan (zararsız) konsantrasyonları saptamaktır. Bu sonuçlara bakarak bir toksikolog sucul canlıların sağlıklı kalabileceği maksimum konsantrasyonları tavsiye edebilir. Yine bu sonuçlara bakarak, mühendisler kirleticileri istenilen seviyede tutan arıtma sistemleri geliştirebilir ve balıkçılık ile uğraşanlar yerel su kütlesinin kimyasal ölçümlerini değerlendirebilir. Sağlanan bütün veriler su kalitesi kriterlerini oluşturmak için kullanılabilir.

Toksisite testlerinin diğer önemli amacı yüzey sularının kalitesini veya deşarjların toksisitesini tayin etmektir. Bu testler çevredeki kimyasalların izlenmesi için alternatifler sağlar ve ölçümlerden elde edilen verilerin yorumlanmasını kolaylaştırır. Doğal ortama verilen herhangi bir kirletici maddenin o ortamda yaşayan canlılar üzerindeki etkileri toksisite testleri ile belirlenebilir. Bu testler, ya kısa süreli etkileri ya da uzun süreli etkileri ortaya çıkarmak amacıyla uygulanır. Amaca göre test yöntemleri seçilmelidir. Testlerde etkinin açık olması ve şüpheye meydan vermemesi istenir. Ayrıca, çoğu zaman testler kısa sürede yapılarak sonuç alınması istenen durumlarda uygulanmak zorundadır.

1493-1541 yılları arasında yaşamış olan yunan bilim adamı Paracelsus “Bütün maddeler zehirdir: zehir olmayan madde yoktur” demiştir. Açıkça ifade edildiği gibi, doz yeteri kadar düşük ise hiçbir madde zehir etkisi göstermez ya da bütün kimyasallar dozu yeterli olduğunda zehir etkisi yapar. Hatta, zararsız kimyasallar olarak bilinen şeker ve tuz yüksek dozlarda canlılar için zararlı etki yapar. Ekotoksikolojik açıdan baktığımızda, çevrede bulunan çok düşük konsantrasyonlardaki toksik madde veya zehir etkisi yapan kimyasallardan söz edilmektedir. Çok çeşitli yöntemler ile toksik etki belirlenebilir. En yaygın olarak kullanılan yöntemde “ölüm” sonuç parametre olarak değerlendirilmektedir. Biyokimyasal, fizyolojik, üreme ve davranış üzerine etkiler de toksisitenin ölçülmesinde kullanılmaktadır. Moleküler yaklaşımlar olarak bildiğimiz ve giderek önem kazanan bu çalışmalar hücresel makromoleküller ile olumsuz etkileşim içinde olan kimyasalların moleküler düzeyde karakteristik etkilerini ortaya koymak amacıyla yapılmaktadır. Canlılar üzerindeki etkiler bu nedenle iki gruba ayrılır.

1. Akut Letal Toksisite =Doğrudan letal toksisite,

2. Subletal Toksisite; fizyolojik, biyokimyasal, üreme veya davranış aktivitelerinin bozulması ve bunların moleküler düzeyde belirlenmesi.



Yüklə 6,78 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   15




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©www.azkurs.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin