34-Ekvador’a Dönüş
Venezuela klasik bir örnekti. Ama oradaki
gelişmeleri izledikçe, gerçekten önemli olan
savaş sınırlarının başka bir ülkede çizilmekte
olduğunun farkına varıp, şaşırdım. Para veya
insan hayatı açısından daha fazla bir şey temsil
ettikleri
için
değil,
ama
genel
olarak
imparatorlukları
tanımlayan
materyalist
amaçların çok ötesindeki konuları içerdikleri için
önemliydiler. Bu savaş hatları, banker, yönetici
ve politikacı ordularının ötesine, modern
medeniyetin ruhunun derinliklerine uzanıyordu.
Ve benim tanıyıp, sevdiğim bir ülkede, ilk
olarak bir Barış Gönüllüsü olarak çalıştığım
yerde oluşturuluyordu: Ekvador.
1968’de oraya ilk gittiğim yıllardan bu yana,
bu
minik
ülke,
şirketokrasinin
tipik
kurbanlarından
biri
haline
gelmişti.
Çağdaşlarımla ben ve bizim modern kurumsal
eşdeğerlerimiz, bu ülkeyi neredeyse iflasın
eşiğine getirmeyi başarmıştık. Ekvador’a, zengin
ailelere,
bu
projeleri
gerçekleştirecek
[106]
mühendislik ve inşaat firmalarımızı tutsunlar
diye milyarlarca dolarlık kredi verdik. Sonuçta,
30 yıl içerisinde, resmi yoksulluk oranı %50’den
%70’e, işsizlik ise %15’den %70’e fırladı. Kamu
borcu da 240 milyon dolardan 16 milyar dolara
yükseldi ve milli kaynaklardan en yoksul
vatandaşlara ayrılan pay %20’den %6’ya
geriledi. Ekvador bugün, milli bütçesinin
neredeyse yarısını -resmen yoksulluk sınırının
altında olan milyonlarca vatandaşına yardım
etmek için kullanmak yerine- sadece borçlarını
ödemeye ayırmak zorundadır.
Ekvador’daki durum, bunun bir komplo
sonucu olmadığını açıkça gösteriyor. Bu, gerek
Demokrat, gerekse Cumhuriyetçi yönetimler
sırasında oluşan ve tüm büyük çok uluslu
bankaları, birçok şirketi ve değişik ülkelerden
yardım kuruluşlarını da içine alan bir süreçti.
ABD başroldeydi ama bu işte tek başımıza
hareket etmemiştik.
Bu 30 yıl boyunca, binlerce Amerikalı kadın
ve erkek, Ekvador’u yeni binyılın başında
kendisini içinde bulduğu bu sallantılı duruma
sokmak için katkıda bulundu. Bazıları, benim
gibi, yaptıklarının farkındaydı. Ama büyük
çoğunluk, sadece onlara işletme, mühendislik ve
hukuk okullarında öğretilenleri yapmış ya da
(kendini açgözlü örnekler ve onu sürdürmeye
yönelik ödül ve cezalarla gösteren) benim
yapımdaki patronların yollarından gitmişti. Bu
katılımcılar, oynadıkları rolü en kötüsünden
şefkatli olarak görüyorlardı; en iyimser bakış
açısından
ise
yoksul bir ülkeye yardım
ediyorlardı.
Her ne kadar, bilinçsiz, kandırılmış ve -birçok
durumda- kendilerini kandırmış da olsalar, bu
oyuncular gizli bir komplonun elemanları
değillerdi;
tersine, dünyanın bugüne kadar
görmüş
olduğu
en
kurnazca
ve
etkili
emperyalizm biçimini destekleyen bir sistemin
ürünüydüler.
Hiç
kimse,
rüşvetle
satın
alınabilecek ya da tehditle korkutulabilecek
insanları arayıp bulmak zorunda kalmadı, Onlar
zaten şirketler, bankalar ve devlet kuramlarında
çalışıyorlardı.
Rüşvetler;
maaşlar,
primler,
emeklilik fonları ve sigorta poliçelerinden
oluşuyordu. Tehditler ise toplumsal değerler,
dost baskısı ve çocuklarının eğitimleri ve
gelecekleri ile ilgili dile getirilmeyen sorulara
dayanıyordu.
Sistem harika bir şekilde başarılı olmuştu.
Yeni binyıl geldiğinde, Ekvador iyice kapana
kısılmıştı. Artık avucumuzdaydı, aynen bir
mafya babasının, kızının düğününü ve küçük
işyerini finanse ettiği adamı avucuna almış
olması gibi. Her iyi Mafiosi gibi, biz de
beklemiştik. Ekvador’un yağmur ormanlarının
altında bir petrol denizinin yattığını ve bir gün
sıranın bize de geleceğini bildiğimizden, sabırlı
olabilirdik.
2003 yılının başlarında, Subaru arabamın
içinde, Quito’dan Shell’in orman kasabasına
giderken,
o
gün
gelmişti
bile.
Chávez,
Venezuela’da kontrolü yeniden ele geçirmişti.
George W. Bush’a karşı gelmiş ve kazanmıştı.
Saddam ise inatla tutumunu değiştirmiyor ve
istila edilmeyi bekliyordu. Petrol stoklarımız
neredeyse son 30 yılın en düşük seviyelerine
inmişti ve ana sağlayıcılarımızdan daha fazlasını
alabilme olasılığı da yüksek değildi, dolayısıyla,
şirketokrasinin
bilançolarının
sağlığı
da.
Elimizde bir koz vardı ve bu koza şimdi ihtiyaç
vardı. Ekvador’dan diyetimizi istemenin vakti
gelmişti.
Pastaza Nehri üzerindeki o ucube barajın
yanından geçerken, Ekvador’daki savaşın,
dünyanın zenginleri ile yoksulları ya da
yararlanan ile yararlanılan arasındaki klasik
mücadele olmadığının farkına vardım. Bu savaş
hatları, sonunda, bir medeniyet olarak kim ve ne
olduğumuzu tanımlayacaktı. Bu minik ülkeyi,
Amazon
yağmur
ormanlarını
petrol
şirketlerimize açması için zorlamak üzereydik.
Bunun sonucunda ortaya çıkacak yıkım ise
inanılmaz olacaktı.
Eğer alacağımızı tahsil etmek konusunda
ısrarcı olursak, bunun sonuçları, onları ölçebilme
becerimizin çok ötesine geçecekti Bu sadece,
yerel
kültürlerin,
insan
yaşamlarının
ve
yüzbinlerce hayvan, sürüngen, balık, böcek ve
bazıları, belki de birçok hastalığın henüz
keşfedilmemiş tedavisini içeren bitki türünün
yok edilmesi ile ilgili değildi. Ya da, yağmur
ormanlarının endüstrilerimiz tarafından üretilen
ölümcül sera gazlarını emmesi, yaşamımız için
gerekli olan oksijeni yaymaları ve dünyanın
içme suyunun çok büyük bir yüzdesini sağlayan
bulutların oluşmalarına olanak sağlaması da
değildi.
Bu,
ekolojistlerce
böyle
yerleri
kurtarmak içir öne sürülen tüm
standart
argümanların ötesinde, ruhumuzun derinliklerine
kadar işleyen bir şeydi.
Eğer bu stratejiyi takip edersek, Roma
İmparatorluğu’ndan çok önce başlamış olan
emperyalist bir modeli devam ettirmiş olacaktık.
Esareti
reddediyoruz
ama
küresel
imparatorluğumuz, Romalılar’dan ve bizden
önceki tüm sömürgeci güçlerden daha fazla
sayıda insanı köleleştiriyor. Ekvador’da bu
kadar dar görüşlü bir politika güdüp, sonra da
toplumsal
vicdanımızla
nasıl
barışık
yaşayabileceğimizi merak ediyordum.
Arabamın
camından
And
Dağlarının
ormandan
arınmış
yamaçlarına
-Barış
Gönüllüleri günlerimde tropik bitkilerle dolu bir
alan- bakarken, birdenbire farkına vardığım bir
şey beni şaşırttı. Ekvador’un, önemli bir savaş
hattı olarak bu görünümünün, tümüyle kişisel
olduğunu ve aslında çalıştığım ve imparatorluk
tarafından arzu edilen kaynaklara sahip her
ülkenin eşit önemde olduğunu fark ettim.
Ekvador’a, 1960’ların sonunda burada geçirmiş
olduğum ve masumiyetimi kaybettiğim günlere
dayanan özel bir bağım vardı. Ancak bu
öznellik, benim kendi tercihim olan bir şeydi.
Evet, Ekvador yağmur ormanları, içlerinde
yaşayan yerliler ve diğer tüm yaşam türleri gibi
değerliydi ama İran çöllerinden ve Emin’in
Bedevilerinden daha değerli değil. Ya da,
Cava’nın dağlarından, Filipin sahillerinden,
Asya
steplerinden,
Afrika
savanalarından,
Kuzey Amerika ormanlarından, Arktik buz
örtüsünden ya da diğer yüzlerce tehlike altındaki
[107]
yerden daha kıymetli değil. Bunların her biri bir
savaş hattını temsil etmekte olup, her biri bizleri
kişisel veya toplumsal ruhlarımızın derinliklerine
inip, kendimizi sorgulamaya zorlar.
Aklıma, tüm bunları özetleyen bir istatistik
geldi: Dünya nüfusunun en zengin ülkelerde
yaşayan beşte birinin gelirinin en fakir
ülkelerdeki beşte birinin gelirine oranı, 1960’da
30’da l’den 1995’de 74’te l’e çıkmıştı.
Ve
hâlâ, Dünya Bankası, USAID, IMF, bankalar,
şirketler
ve
hükümetler
gibi
uluslararası
“yardım” faaliyeti içinde olanlar, bize işlerini
yapmakta olduklarını ve ilerleme kaydettiklerini
söylemeye devam ediyorlar.
İşte yine Ekvador’da, savaş hatlarından
sadece biri olan ama benim kalbimde özel bir
yer tutan ülkedeydim. 2003 yılıydı, adında barış
olan bir ABD kuruluşunun bir elemanı olarak
buraya ilk gelişimden 35 yıl sonra buradaydım.
Bu defa, 30 yıl boyunca çıkmasına yardımcı
olduğum bir savaşa engel olmaya çalışmak için
gelmiştim.
Afganistan, Irak ve Venezuela’daki olayların,
bizi yeni bir çatışmaya girmekten alıkoymaya
yeterli olacağı düşünülebilirdi ama Ekvador’daki
durum çok değişikti. Bu savaşın Amerikan
ordusuna ihtiyacı yoktu; çünkü sadece mızrak,
pala ve namludan dolma tek atımlık tüfeklerle
donanmış birkaç bin yerli savaşçı tarafından
yürütülecekti. Modern Ekvador ordusuyla, bir
avuç Amerikan Özel Kuvvetleri danışmanı ve
petrol şirketleri tarafından kiralanıp, çakallar
tarafından eğitilmiş paralı askerler karşı karşıya
gelecekti. 1995’de Peru ile Ekvador arasındaki
çatışma gibi, bu da, ABD’deki birçok insanın
hiçbir zaman duymayacağı bir savaş olacaktı ve
son olaylar böyle bir savaşın çıkma olasılığını
artırmıştı.
2002 Aralık ayında, petrol şirketi temsilcileri,
yerel bir topluluğun, bir grup işçiyi rehin aldığı
suçlamasında bulundu. Şirket temsilcileri, bu işe
bulaşan savaşçıların, muhtemelen El Kaide
bağlantılı terörist bir gruba ait olduklarını öne
[108]
sürüyorlardı.
Petrol
şirketinin,
sondaj
çalışmalarına başlamak için hükümetten henüz
izin almamış olması, meseleyi özellikle karmaşık
bir hale getirmişti. Ancak, şirket, işçilerin sondaj
öncesi
incelemelerde
bulunmaya
hakları
olduğunu iddia etti ki bu birkaç gün sonra, yerel
grupların, öyküyü kendi yönlerinden anlatarak,
kesinlikle karşı çıktıkları bir iddia idi.
Kabile temsilcileri, petrol şirketi işçilerinin,
girme
izinleri
bulunmayan
topraklara
girdiklerinde ısrar ediyordu. Savaşçılar silahlı
değildi ve petrol işçilerini de herhangi bir
şiddetle tehdit etmemişlerdi. Aslında, işçilere
köylerine kadar eşlik edip, onlara yiyecek ve
yerel bir bira olan chicha ikram etmişlerdi.
Misafirleri yiyip içerken, savaşçılar da işçi
rehberlerini gitmeleri konusunda ikna etmişti.
Kabile,
işçilerin
hiçbir
zaman
zorla
tutulmadıklarını
iddia
ediyordu;
istedikleri
zaman gitmekte serbesttiler.
Yolda giderken, 1990’da, IPS’yi sattıktan
sonra ormanlarını kurtarmak için onlara yardım
teklif etmeye döndüğünde, Shuar kabilesinin
bana söylediklerini hatırladım. “Dünya onu
düşlediğin gibidir,” demişlerdi ve sonra da,
kuzeyde yaşayan bizlerin büyük endüstriler,
arabalar ve devasa gökdelenler düşlemiş
olduğumuzu
belirtmişlerdi.
Şimdi
ise
bu
düşümüzün
aslında,
sonunda
hepimizi
mahvedecek
bir
karabasan
olduğunu
keşfetmiştik.
“Bu düşünüzü değiştirin,” diye öğütlemişlerdi
Shuarlar bana. Ama işte, 10 seneden uzun bir
süre sonra, yine buradaydı ve birçok insanın ve
bir kısmında benim de çalıştığım kâr amacı
gütmeyen
kuruluşun
çabalarına
rağmen,
karabasan yeni ve dehşet verici boyutlara
ulaşmıştı.
Arabam sonunda Shell’in orman köyüne
geldiği zaman, beni bir toplantıya götürdüler.
Katılan erkek ve kadınlar birçok kabileyi temsil
ediyordu: Kichwa, Shuar, Achuar, Shiwiar ve
Zaparo. Bazıları ormanda günlerce yürümüş,
diğerleri ise kâr amacı gütmeyen kuruluşların
sağladığı küçük uçaklarla gelmişti. Birkaçı
geleneksel etekleri, yüz boyaları ve tüylü
kafalıkları
ile
gelmişti.
Ama
çoğunluk,
kasabalılara öykünerek şort, tişört ve ayakkabı
giymişti.
Önce, rehin almakla suçlanan topluluğun
temsilcileri söz aldı. Bize, işçiler şirketlerine
döndükten
kısa
bir
süre
sonra,
küçük
topluluklarının bulunduğu köye yüzden fazla
Ekvador askerinin geldiğini söylediler. Bunun,
yağmur ormanlarında özel bir dönemin, chonta
ağacının meyve vermesinin başlangıcı olduğunu
da eklediler. Yerel kültürlerce kutsal kabul
edilen bu ağacın, yılda sadece bir kere oluşan
meyvesi, ender ve soyu tükenmekte olanlar da
dahil, bölgedeki birçok kuş türünün çiftleşme
döneminin başlangıcını belirtir. Bu meyveye
üşüşen
kuşlar
son
derece
savunmasız
olduklarından,
kabileler,
chonta
sezonu
süresince bunların avlanmalarına yasak getiren
katı kurallar koymuşlardır.
“Askerlerin
zamanlaması
daha
kötü
olamazdı,” diye izah etti bir kadın. Askerlerin
yasaklar konusundaki umursamazlıkları ile ilgili
trajik
öykülerini
anlatan
kadının
ve
arkadaşlarının
acılarını
hissedebiliyordum.
Kuşları, yemek için ya da sırf eğlence olsun diye
vurmuşlardı. Ayrıca, aile bahçelerini, muz
bahçelerini ve manioc tarlalarını talan etmişler,
zaten az olan verimli toprakta giderilemez
hasarlara yol açmışlardı. Nehirlerde balık
avlamak için patlayıcı kullanmışlar ve evcil
hayvanları yemişlerdi. Yerli avcıların silahlarına
el koymuşlar, uygun olmayan biçimde tuvalet
çukurları açmışlar, nehirleri gazyağı ve kimyasal
çözücülerle kirletmişler, kadınlara cinsel tacizde
bulunmuşlar ve çöpleri düzgün bir şekilde imha
etmedikleri
için
de
çevre,
böcekler
ve
kemirgenlerin istilasına uğramıştı.
“İki seçeneğimiz vardı,” dedi bir adam.
“Savaşabilirdik ya da gururumuzu unutup,
hasarı
gidermek
için
elimizden
geleni
yapabilirdik.
Henüz
savaşma
zamanının
gelmediğine karar verdik.” Sonra da, askerlerin
bu davranışlarını, kendi insanlarını yiyeceksiz
idare etmeye ikna ederek, nasıl dengelemeye
çalıştıklarını izah etti. Buna oruç diyordu ama
aslında daha çok istemli bir açlığa benziyordu.
İhtiyarlar ve çocuklar beslenme yetersizliğinden
ötürü hasta olmuşlardı.
Tehditlerden ve rüşvetlerden söz ettiler.
“Oğlum,” dedi bir kadın, “İspanyolca ve birçok
yerel lehçenin yanında, İngilizce de bilir. Bir
turist şirketi için rehber ve tercüman olarak
çalışıyordu. Ona iyi de bir maaş veriyorlardı.
Petrol şirketi ona, aldığının on katını teklif etti.
Ne yapabilirdi ki? Şimdi ise eski şirketini ve bize
yardım etmeye gelen tüm diğerlerini kötüleyen
mektuplar yazıyor ve mektuplarında petrol
şirketlerinden dostlarımız diye bahsediyor.”
Sularını silkeleyen bir köpek gibi, vücudunu
salladı. “Artık bizden biri değil o. Oğlum...”
Bir şamanın geleneksel tüylü kafalığını
takmış yaşlıca bir adam ayağa kalktı sonra.
“Petrol şirketlerine karşı bizleri temsil etmeleri
için seçtiğimiz ve uçak kazasında ölen o üç
kişiyi biliyor musun? Ben şimdi, burada durup,
sana o kadar kişinin söylediği şeyi, yani kazaya
petrol
şirketlerinin
neden
olduğunu
söylemeyeceğim. Ama sana, bu üç ölümün
örgütümüzde
büyük
bir
gedik
açtığını
söyleyebilirim. Petrol şirketleri de, o gediği
kendi adamları ile kapatmakta hiç zaman
kaybetmediler.”
Başka bir adam, cebinden bir kontrat çıkartıp,
okudu. 300 bin dolar karşılığında, çok büyük bir
arazi bir kereste şirketine devrediliyordu. Üç
kabile ileri geleni tarafından imzalanmıştı.
“Bu imzalar gerçek değil,” dedi. “Biliyorum,
çünkü bir tanesi benim kardeşim. Bu da başka
tür bir suikast. Liderlerimizi gözden düşürmek.”
Tüm bunların Ekvador’un henüz petrol
şirketlerine
sondaj
izni
verilmemiş
bir
bölgesinde meydana geliyor olması hem komik,
hem de garip bir şekilde uygun görünüyordu.
Bu bölgenin etrafındaki birçok alanda sondaj
yapılmış
ve
yerliler
sonuçları
görmüşler,
komşularının yok olmalarına tanık olmuşlardı.
Orada oturmuş bunları dinlerken, kendime,
ülkemin insanlarının böyle toplantıların CNN’de
ya da akşam haberlerinde gösterilmesine nasıl
tepki vereceklerini sordum.
Toplantılar ilginç, anlatılanlar ise çok rahatsız
ediciydi. Ama bu toplantıların resmi kısımları
dışında, bir şey daha oldu. Aralarda, öğle
yemeği sırasında ve gece, insanlarla özel olarak
konuştuğum zaman, bana sık sık, ABD’nin
Irak’ı niye tehdit ettiği soruluyordu. Başlamak
üzere olan savaş, bu orman köyüne gelen
Ekvador
gazetelerinin
ilk
sayfalarında
tartışılıyordu ve buradaki görüş ABD’dekinden
çok farklıydı. Bush ailesinin sahip olduğu petrol
şirketleri ile United Fruit’e ve Başkan Yardımcısı
Cheney’in eski Halliburton CEO’su olarak
rolüne atıflar vardı.
Bu gazeteler, hiç okula gitmemiş kişilere de
okunuyordu. Görünüşe göre, herkes bu konuya
ilgi duyuyordu. Burada, Amazon yağmur
ormanlarının ortasında, Kuzey Amerika’daki
birçok kişinin “geri”, hatta “vahşi” olarak
nitelendireceği
okuma
yazması
olmayan
insanların
arasındaydım;
ancak
küresel
imparatorluğu kalbinden vuran araştırıcı sorular
soruluyordu.
Shell’den çıkıp, hidroelektrik santralini geçip,
Andlar’da yükselirken, bir yandan da Ekvador’a
bu ziyaretim sırasında görüp duyduklarımla,
ABD’de alıştıklarım arasındaki farklılıkları
düşünüyordum. Öyle görünüyordu ki, Amazon
kabilelerinin bize öğretecek çok şeyi vardı;
gittiğimiz tüm okullara ve o kadar saat
okuduğumuz
dergiler
ve
seyrettiğimiz
televizyon haberlerine rağmen, onların eriştiği
bilinç düzeyinden uzak görünüyorduk. Bu
düşünce tarzı beni, Latin Amerika’da sıkça
duymuş olduğum “Akbaba ve Kartal Kehaneti”
ve başka yerlerdeki benzer öngörüler hakkında
düşünmeye itti.
Bildiğim
kültürlerin
neredeyse
tümü,
1990’ların sonlarına doğru hayret verici bir geçiş
dönemine girdiğimizi öngörür. Himalayalar’daki
manastırlarda, Endonezya’daki tören alanlarında
ve Kuzey Amerika’daki yerli bölgelerinde,
Amazon’un derinliklerinden And Dağlarının
tepelerine ve Orta Amerika’daki kadim Maya
şehirlerine kadar, zamanımızın insanlık tarihinde
özel bir an olduğu ve her birimizin, yapması
gereken bir görev olduğu için, bu zamanda
doğmuş olduğu söylenir.
Bu öngörülerin isimleri ve kullandıkları
kelimeler, az da olsa değişiktir. Değişik
şekillerde Yeni Çağ’dan (New Age), Üçüncü
Binyıl’dan (Third Millennium), Kova Çağı’ndan
Dostları ilə paylaş: |