T. C. Sağlik bakanliği haydarpaşa numune eğİTİm ve araştirma hastanesi İÇ hastaliklari kliNİĞİ



Yüklə 1,13 Mb.
Pdf görüntüsü
səhifə3/6
tarix09.02.2017
ölçüsü1,13 Mb.
#7928
1   2   3   4   5   6

 

Histopatoloji  

Çölyak hastalığı tanısında ince barsak biyopsisi  altın standarttır. 

Çölyak hastalığında ince barsak biyopsisi yapılmasının gerekçeleri: 

Çölyak hastalığı bir enteopatidir, bu nedenle histopatolojik 

bulgular görülmelidir. Seroloji, teknik nedenlerle ya da IgA eksikliği 

nedeniyle negatif olabilir. Histopatolojik bulguları tümüyle normal olan 

bir bireyde glutensiz beslenmeye gerek yoktur. Endoskopi güvenilir bir 

işlemdir. Biyopsi yapılmadan glutensiz beslenme başlandığında çölyak 

hastalığı tanısını desteklemek ya da dışlamak zorlaşır.  

 Çölyak  hastalığında ince barsakların sadece mukozası etkilenir. 

Submukoza, muskularis propria ve seroza hastalıktan etkilenmez. 

Hastalıkta ince barsak mukozal lezyonları hastalığın  şiddeti ve 

yaygınlığına bağlı olarak değişkenlik gösterir (92). 

İyi bir histolojik değerlendirme için mutlaka üst gastrointestinal 



 

28

endoskopi yapılırken duodenum 2. kıtasından en az 4-6 biyopsi örneği 



alınmalıdır (84). 

Günümüzde çölyak  hastalığında  ince barsak patolojisini 

değerlendirmek için modifiye Marsh kriterleri kullanılmaktadır (Tablo 6) 

(93).  


    

Tablo-6: Çölyak Hastalığının Histolojik Skorunun Değerlendirilmesi 

     Marsh skoru 

-  Evre 0     -  Normal/Preinfiltratif  tip 

-  Normal mukoza 

- Evre 1  - İnfiltratif tip 

-  İntraepitelyal lenfosit artışı 

- Evre 2  - Hiperplastik tip 

- İntraepitelyal lenfosit artışı      

   


   

     ve kript hiperplazisi 

-  Evre 3 

-  Destrüktif tip                          -   İntraepitelyal lenfosit artışı,  

   

   


    kript hiperplazisi ve değişik  

   


   

    derecelerde villöz atrofi 

-  Evre 4 

-  Hipoplastik tip                       -  Villöz atrofi ve kript  

  

  

 hipoplazisi 



    Modifiye Marsh Skoru               

Evre 0 


:   İntraepitelyal lenfosit artışı  <40/100 ve en az 4 villus izlenmeli  

 

  ( >4/100 EC IEL, normal villus) 



Evre 1 

:   >40/100 EC IEL, normal villus ve kriptler 

Evre 2 

:   >40/100 EC IEL, kript hiperplazisi, normal villuslar 



Evre 3a 

:   >40/100 EC IEL, villuslarda hafif düzleşme, kript hiperplazisi 

Evre 3b 

:   >40/100 EC IEL, orta düzeyde villuslarda düzleşme,  

  

kript 


hiperplazisi 

Evre 3c 


:   >40/100 EC IEL ,total villus düzleşmesi ,kript hiprplazisi 

Evre 4 


:   Hipoplazi 

 

EC: Epitel hücresi                                   IEL: İntraepitelyal lenfosit 



 

29

Ayırıcı Tanı 

Malabsorbsiyon ve steatore pankreatik yetmezlik, kolestatik 

karaciğer hastalıkları,  terminal hastalıklar ve rezeksiyonları veya ince 

barsak bakteri aşırı çoğalması sonucu meydana gelir. Bazı hastalarda 

pankreatik yetmezlik çölyak hastalığı ile birlikte bulunabilir. Glutensiz 

diyete cevap vermeyen hastalarda bu ihtimal düşünülmelidir. 

Yetişkenlerde çölyak hastalığı Whipple hastalığından kolayca ayırt 

edilebilir, çünkü ince barsak biyopsisinde histolojik bulgular bu 

hastalıklarda oldukça farklıdır (8). 

Mukozal değişiklikler giardia enfeksiyonunda görülebildiği gibi 

strongyloides, coccidiosis gibi parazitik enfeksiyonlarda da 

görülebilmesine rağmen bu değişiklikler nadiren villus atrofisi içerir. 

Akut viral gastroenteritlerden sonra meydana gelen yapısal değişiklikler 

çölyak hastalığından ayırt edilemez. İnfantlardaki inek sütü allerjisi ve 

soya proteini intoleransının biyopsi bulguları çölyak hastalığından 

farksızdır. Tam  tanı konulamayan çocuklarda gluten kesilmesiyle 

meydana gelen morfolojik düzelme ile birlikte glutenin tekrar 

uygulanmasından sonra kötüye gitme tanıda temeldir (8). 

Nadir bir durum olan Kollagenöz Sprue’da glutenin kesilmesine 

cevap yetersizdir ve absorbtif epitelyumdaki lamina propriada kollajen 

depolanması gelişir. Tedaviye yanıt alınamayan hastalarda: laktoz 

intoleansı, bakteriyal aşırı çoğalma, inflamatuar barsak hastalığı, T 

hücreli lenfoma, otoimmun enteropati, ülseratif jejunitis de akla 

gelmelidir (8).   


 

30

TEDAVİ 



Glutensiz Diyet  

Günümüzde çölyak hastalığının tek tedavisi ömür boyu sıkı 

glutensiz diyettir. Glutensiz beslemenin başlanmasıyla günler, haftalar 

içinde klinik bulgularda düzelme, 6-12 ay içinde antiorlarda negatifleşme 

ve 12 aydan sonra da histolojide düzelme beklenir. Beklenen yanıt 

olmadığında, öncelikle çölyak hastalığı konusunda deneyimli bir patolog 

tarafından biyopsi yeniden gözden geçirilmelidir. İstemli ya da istem dışı 

gluten alımı (katkı maddeleri, ilaçlar) yönünden yeniden 

sorgulanmalıdır. Laktoz-fruktoz intoleransı, geçici pankreas yetmezliği, 

bakteriyel aşırı çoğalma olasılığı yönünden hasta incelenmeli, 

saptandığında laktoz- fruktozsuz beslenme, pankreas enzim desteği, 

ağızdan antibiyotik ve probiyotik kullanılmalıdır. Tedaviye beklenen 

yanıtın olmadığı hastalarda inflamatuar barsak hastalığı, otoimmun 

enteropati, refrakter çölyak hastalığı, lenfoma gibi diğer tanı olasılıkları 

da gözden geçirilmelidir (12,80). 

Gerçekte gluten içeren hububatların diyetten tamamen çıkarılması 

pek çok hasta için zordur. Glutensiz diyet pahalıdır ve gluten gıda 

endüstrisinde çok geniş yer alan maddedir. Çünkü buğday unu pek çok 

gıda içinde bulunmaktadır. 

Hastalar arasında gluten toleransı açısından fark vardır. Bazı 

hastalar gluten alımından sonra semptom geliştirmeyebilirken, 

bazılarında çok hassas olup dakikalar sonra akut kolerayı hatırlatan masif 

su gibi diyare gelişebilir. Hatta bazen diyare o kadar ciddi olabilir ki 

gliadin şoku olarak adlandırılan akut dehidratasyon meydana gelebilir. 

Tedavi edilmemiş hastalarda yüzeyel epitel hücre hasarına 

sekonder olarak laktaz eksikliği gelişebilir. Bu nedenle glutensiz diyetin 

başlangıcında süt ve süt ürünlerinden kaçınılmalıdır (94). Diyet sonrası  


 

31

eğer tolere edebiliyorsa süt ürünleri tekrar diyete eklenir. Orta 



miktardaki yulafın kısa dönem için alınmasının toksik olmadığı 

bilinmektedir (8). 



 

İmmunsupresif Tedavi 

İnvitro çalışmalar çölyak hastalığı olan hastalardan alınan 

biyopsilerde glukokortikoidlerin zararlı etkilerini önlediğini göstermiştir. 

Antiinflamatuar etkilerine ek olarak su ve sodyumun mukozal 

transportuna yararlı etkilerinin olduğunu ortaya koymuştur. Ancak 

glukokortikoidler rutin tedavide endike değildir.  Şiddetli diyare, 

dehidratasyon, kilo kaybı, asidoz, hipokalemi, hipoproteinemi gibi akut 

çölyak kriz durumunda kullanılmalıdır (8). 

Azotiyopürin ve 6 merkaptopürin semptomların kontrolü için 10 

mg/gün’den daha fazla glukokortikoid ihtiyacı olanlarda kullanılabilir. 

Refrakter çölyak hastalığı olan hastalarda siklosporin kullanımının hayat 

kurtarıcı olduğu bildirilmesine rağmen etkisi kanıtlanmamıştır. 

Gillet ve arkadaşları, refrakter çölyak hastalığı olan hastalarda 

immun tedaviye cevap vermeyen vakalarda TNF alfa antikoru 

(infliximab) tedavisinin oldukça etkin olduğunu bulmuşlardır (14). 

 

Destekleyici Tedavi 

Ciddi çölyak hastalığı olan hastalarda glutensiz diyete ilave olarak 

malabsorbsiyonun sebep olduğu nutrisyonel eksiklikleri düzeltmeyi 

sağlar. Anemik hastalar demir ve folat almalıdır. Nadiren vitamin B12 

tedavisi gereklidir. Purpurası, ekimozu ve kanaması olan hastalarda 

protrombin zamanında uzama olabilir ve vitamin K verilmesi gerekebilir. 

Şiddetli diyare ve dehidratasyonu olan hastalarda intravenöz sıvı ve 

elektrolit desteğine ihtiyaç duyarlar. Hipokalsemili,  klinik ve radyolojik 



 

32

olarak osteopenik kemik hastalığı  aşikar olan hastalar 2-3 g/gün 



kalsiyum tedavisi ve oral D vitamini verilmesine ihtiyaç duyarlar. 

Çölyak hastalığının komplikasyonu olarak gelişen osteopenik kemik 

hastalığı üzerinde bifosfonatların rolüne ait veri yoktur (70). 

Yeni tanı konulmuş klinik olarak malabsorbsiyonu belirgin 

hastalarda vitamin A, tiamin, riboflavin, niasin, pridoksin, vitamin C ve 

vitamin E’ den oluşan mutivitamin preperatları gerekebilir. İntestnal 

absorbsiyon normale döndükten sonra uzun süreli vitamin verilmesine 

gerek yoktur (94). 

Gelecekte çölyak hastalığı tedavisinde genetik olarak değiştirilmiş 

buğday, gliadinin sindirimini sağlayan bakteriyel endopeptidazlar, 

zonulin’i baskılayıcı ilaçlar, DQ2 ve DQ8 ile bağlanmayı engelleyen 

peptidler, barsakta tTG aktivitesini önleyen ilaçlar, antiinterlökin ilaçlar 

gibi yöntemlerin geliştirilebileceği ileri sürülmektedir (12). 

 


 

33

VİTİLİGO 

Vitiligo herhangi bir yaşta ortaya çıkabilen, değişik büyüklükte ve 

sayıda, iyi sınırlı, süt beyazı renkte yamalar şeklinde görülen, melanosit 

yıkımı ile karakterize kazanılmış bir deri hastalığıdır (95,96,97,98). 

Nadiren de olsa konjenital olabilir. 

Hastalığın asemptomatik olmasına, mortalite ve fiziksel 

morbiditeye etkisi olmamasına rağmen görülen alanlardaki 

depigmentasyon ciddi kozmetik bozukluğa yol açmakta ve özellikle 

koyu deri rengi olan kişilerde psikolojik bir bozukluğun kaynağı 

olabilmektedir. 

 

Tarihçe 

Vitiligo, patogenezi ve genetiği hakkında az şey bilinen bir 

hastalık olsa da göze batan görünümünden dolayı binlerce yıldır 

bilinmektedir. Antik çağlardan beri bilinmekte olan vitiligo hakkındaki 

en eski belgelere Ebers Papirüslerinde rastlanmıştır. Bu belgelerde 

lepradan farklı bir hastalık olarak tanımlanmıştır. Tarih boyunca 

Shwetakustha, Suitra, Kilas, Baras gibi isimler almıştır. Vitiligo 

teriminin orijini hakkında değişik görüşler vardır. Latince’ de leke ya da 

hata anlamına gelen vitium veya Milattan sonra 2. yüzyılda Roman 

Fizikçi Celsus’ un kullandığı dana anlamına vitelius kelimelerinden 

türediğine inanılmaktadır. Vitiligodaki depigmente alanlar benekli 

danalardaki beyaz yamalara benzetilmiştir (6,7). 



 

Epidemiyoloji 

Toplumlarda yaş, cinsiyet ve ırk ayrımı yapmadan % 0,14-8,8 

oranlarında görüldüğü düşünülse de olası insidansı % 0,5-2 arasındadır 


 

34

(95). Vitiligo en sık görülen pigmenter bozukluktur (99). Ülkemizde de 



sıklığı % 0,15-0,32 olarak bildirilmektedir (100). 

Vitiligo herhangi bir yaşta gelişebilir. Hastalığın başlangıcı 

doğumla 81 yaş arasında herhangi bir yaşta olabilir (95). Konjenital 

vitiligo çok nadirdir. Vakaların % 50’si 10 ile 30 yaşlar arasındadır. 

Her iki cins eşit oranda etkilenir. Bazı çalışmalarda kadın 

prevalansının yüksek olması kozmetik nedenlerle kadınların daha büyük 

endişesinden kaynaklanıyor olabilir. Vitiligo güneşe maruz kalan 

alanlarda ve daha koyu tenlilerde daha sıklıkla gözleniyor gibi 

görünmektedir. Hastalık tüm ırkları etkileyebilir. 

 

Etyoloji  

Vitiligonun etyolojisi tam olarak bilinmemekle beraber, 

multifaktöryel olduğu ileri sürülmektedir. Genetik predispozisyonun 

varlığı ve birçok tetikleyici faktör hastalığın nedeni olarak 

görünmektedir (6,101). 

Ailesel vitiligo vakalarının sıklığı, kuvvetle altta yatan genetik bir 

eğilim olasılığını düşündürür (95). Hastaların % 30’lara varan kısmında 

diğer aile bireylerinde de vitiligoya rastlandığı rapor edilmiştir 

(102,103). Ancak vitiligodaki kalıtsal geçişin Mendel kurallarından 

farklı olarak poligenik olduğu düşünülmektedir (95,103). 

İmmun yanıtın düzenlenmesinde rolleri olan insan lökosit antijeni 

(HLA) ile vitiligo  arasındaki ilişkiyi ortaya koymak amacıyla yapılan 

birçok çalışmada farklı ırk ve etnik kökene sahip hastalarda çeşitli HLA 

antijenlerine dikkat çekilmiştir. Ülkemizde yapılan bir çalışmada HLA-

DRB1 antijenleri ile vitiligo arasında anlamlı ilişki saptanmıştır (102). 

Vitiligo hastalığının başlangıcında sıklıkla ruhsal ya da fiziksel bir 



 

35

stres öyküsü bulunmaktadır (96). Hastaların yaklaşık % 40’ında 



vitiligonun başlangıcından ya da yayılımından önceki 6 aylık süre içinde 

major emosyonel stres tarif edilmektedir. Fakat genel popülasyonun % 

40’ı da yaşamlarının herhangi bir zamanında stres öyküsü verir, bu 

nedenle vitiligo hastalarındaki stresin önem derecesi ve melanosit 

kaybına neden olan biyokimyasal mekanizmaları aktive edip etmediği 

henüz açık değildir (104). 

Vitiligonun bir özelliği de normal görünümdeki deriye uygulanan 

travma sonucunda depigmentasyon oluşmasıdır. Bu olay Koebner 

fenomeni olarak nitlendirilir ve hastaların yaklaşık üçte birinde saptanan 

karakteristik bir özelliktir (95,96). Klinikte sürtünme, cerrahi skarı, 

radyoterapi ya da yanık bölgesinde, gerileyen psoriazis, kontakt dermatit 

alanlarında yeni vitiligo lezyonlarının ortaya çıkması şeklinde izlenir (6). 

Bu fenomenin aktif hastalık göstergesi olduğu ileri sürülmüşse de, bu 

görüşün klinik güvenirlik derecesi tartışmalıdır (105). 



 

Patogenez 

Vitiligo etyopatogenezi ile ilgili çeşitli teoriler ileri sürülmüştür. 

En çok üzerinde durulan üç teori hala güncelliğini korumaktadır. Bunlar, 

humoral veya hücresel immunolojik olayların sonucunda melanositlerin 

tahrip olduğu görüşünü ortaya koyan otoimmun teori, nöral 

mediatörlerin melanositlerin üzerine tahrip edici etkilerine dayanan nöral 

teori ve melanin sentezindeki ara maddelerin ve metabolitlerin toksik 

etki göstererek melanositlerin tahrip olmalarına yol açtığı otositotoksik 

teoridir (6,101,106,107). 

 


 

36

Otoimmun teori 

Vitiligolu olgularda hem hücresel hem de humoral anomaliler 

tanımlanmıştır. Jeneralize hastalığı olanların % 80’inde normal 

melanosit yüzeyine karşı antikor tespit edilmiştir. Bu antikorların hücre 

kültüründe normal melanositlere ve melanoma hücrelerine sitotoksik 

olduğu gösterilmiştir. Vitiligoda melanosit yüzey antijenlerine karşı 

antikor tespit edilmiş ve özellikle hastalığın yaygın ve aktif olduğu 

durumlarda, antikor düzeyi ile korelasyon olduğu gösterilmiştir 

(108,109). Ayrıca bu hasta gruplarının yaklaşık % 80’inde 40-45 kd, 75 

kd genel doku antijenlerine, 65 kd ve 90 kd pigment hücreleri-spesifik 

antijenlerine karşı antikor saptanmıştır (110-114). Tirozinaz enzimine 

karşı gelişen antikor hem yaygın hem de lokalize vitiligoda gösterilmiş; 

antikor aktivitesi hastalığın aktıf döneminde, sabit olduğu döneme göre 

belirgin bulunmuştur (101,115).  

Nonsitotoksik, antikeratinosit intraselüler antikorlar hastalığın 

aktivitesi ve şiddeti ile korelasyon gösterirler (111). Artmış antikor titresi 

direkt olarak yapısal bağlantılı bileşik olan benzenlere (fenoller, katekol, 

hidrokinon ve hidrokinon monobenzil eteri gibi) karşıdır ve bu 

depigmentasyona neden olur (116). Bir çalışmada vitiligo olgularında 

insan melanoma hücrelerine karşı gelişen spesifik IgA’nın varlığı 

gösterilmiştir. Bununla birlikte başka bir çalışmada vitiligolu hastaların 

serumunda anti-pigment IgG 1,2 ve 3 bulunmuştur (6). 

Periferal T lenfositlerin analizi hastalığın patogenezini anlamada 

katkıda bulunmaktadır. Otoimmun hastalıklarda kanda CD4 T lenfositler 

sıklıkla artmıştır (6,101,117). Bazı çalışmalarda, stabil vitiligolu 

olgularda periferal CD4 T lenfositlerin ve CD4/CD8 oranlarının artmış 

olduğu saptanmıştır (118,119). Bazılarında ise periferal CD4 T 

lenfositlerin ve CD4/CD8 oranlarının azaldığını bildirmişlerdir 


 

37

(120,121). Başka bir çalışmada ise hastalığın seyrine göre CD4 ve CD8 



konsantrasyonlarının farklı olduğu, aktif hastalık sırasında belirgin 

değişiklikler olduğu gösterilmiştir (122).  

Hayvan modelleri otoimmun hipoteze olan güveni artırmaktadır. 

Vitiligolu kedi, köpek ve atlarda 85 kd pigment yüzey antijenlerine karşı 

antimelanosit antikorlar tespit edilmiştir. Ayrıca tüylerde beyazlaşma ile 

karakterize Smythline tavuklarında depigmentasyon immunsupresif 

tedavi veya bursektomi ile azalabilmektedir (123,124). 

 Bu spesifik immun anormalliklerin hastalığın bir nedeni mi yoksa 

bir etkisi mi olduğu bunların melanositlere zarar mı verdiği yoksa başka 

bir nedenden kaynaklanan melanosit hasarlanmasını arttırdıkları ya da 

bağlantısız bir olay mı oldukları henüz bilinmemektedir (95). Hastalığın 

otoimmun temellerinin en başta gelen sebeplerinden biri de hastalığın 

bazı sistemik hastalıklarla birlikte görülmesi ve bu hastalarda 

otoantikorların varlığıdır (125). 

Vitiligonun klinik ve subklinik tiroid disfonksiyonları ve/veya 

tiroid antikorları ile ilişkisi % 40’lara ulaşan oranlarda günümüze kadar 

çok iyi dökümente edilmiştir (126). Vitiligo ile diabetes mellitus 

arasında da ilişki iyi bilinmektedir ve diabetin her iki tipi de bu deri 

hastalığına eşlik edebilmektedir (127,128). Diabetes mellitusun vitiligolu 

hastaların % 1-7,1’inde görülürken, vitiligo diabetes mellituslu hastaların 

% 4,8’inde görülür (95). Hastalarda sık görüldüğü bildirilen bir diğer 

otoimmun hastalık da vitamin B12 düşüklüğü ile giden pernisyöz 

anemidir (100). 

Vitiligo daha çok mukokutanöz kandidiazis, Addison hastalığı ve 

hipoparatiroidizm ile karakterize bir hastalık olan otoimmun 

poliglandüler sendrom tip 1’in sık bir belitisidir. Bu bozukluk normalde 

timus ve lenf nodları gibi immunite ile ilişkili organlarda AIRE 


 

38

genindeki mutasyonlarla meydana gelir. Otoimmun poliglandüler 



sendrom tip 1 ve bununla ilişkili vitiligonun protein fonksiyonunu 

etkileyen AIRE’deki mutasyonların sonucu gelişen immun 

disregülasyonu olduğu düşünülür (129). 

Otoimmun poliendokrinopati-kandidiazis-ektodermal displazi 

(APECED) olan hastalarda vitiligo insidansı % 13 olarak bildirilmiştir. 

Bu ilişki de vitiligonun otoimmun bir hastalık olduğunu düşündürür (95). 



 

Otositotoksik teori  

Otositotoksik hipotezin temeli oksidatif stresin hücre ölümüne yol 

açması olup, buradan yola çıkarak melanin sentezindeki tirozin 

anologları, dopa, dopakrom gibi toksik ara ürünlerin birikiminin 

melanosit yıkımına neden olduğu temeline dayanmaktadır 

(102,130,131).  

Hücresel oksidatif stresteki artışın, reaktif oksijen türevlerinin 

artmasına veya antioksidan düzeylerinin yetersiz kalmasına bağlı olarak 

geliştiği düşünülmektedir. Epidermal H2O2 birikiminin patogenezde asıl 

rolü oynadığı ileri sürülmektedir (131). Vitiligodaki aşırı H2O2 üretimi  

birkaç mekanizma ile gerçekleşmektedir. 

İlki tetrabiopterin 

metabolizmasındaki bozulma ve aşırı 6-tetrahidrobiopterin (6BH4) ve 7-

tetrahidrobiopterin (7BH4) üretimidir (95,131). 6BH4 tirozin 

oluşumunda görevli fenilalanin hidroksilaz enzimi için kofaktör olup, 

7BH4’nin non-enzimatik aşırı birikimi bu enzimi inhibe etmektedir 

(132). 

Bir diğer mekanizma, melanosit membranında lokalize serbest 



radikal toplayıcısı tiyoredoksin redüktaz (TR) enziminin inibisyonudur 

(6,95,133). Bu enzim, vitiligo keratinositlerine nispeten daha yüksek 

konsantrasyonda bağlanan kalsiyum tarafından inhibe olur (6,95). 


 

39

Yüksek ekstraselüler kalsiyum seviyesinin süperoksit radikallerinde 



artışa, epidermiste okside ve indirgenmiş tiyoredoksin dengesinin 

bozularak, melanogenezis için anahtar enzim olan tirozinazın 

inhibisyonuna, ardından vakuolizasyon ve hücre ölümüne neden olduğu 

ileri sürülmektedir (6). 

Azalan katalaz aktivitesi, bozulmuş katekolamin sentezi ve artmış 

epidermal monoaminooksidaz (MAO) ve nitrik oksit sentaz aktivitesi 

epidermal H2O2 birikiminden sorumlu olduğu düşünülen diğer 

etkenlerdir (95,131,134). 



 

Nöral teori 

Vitiligoda nöral teori, ilk olarak stres ve şiddetli emosyonel 

travmanın, hastalığı tetiklediği gözlenerek ortaya konulmuştur (95). Sinir 

uçlarından salınan nörokimyasal bir ajanın melanositlerin yıkımına yol 

açtığını ileri süren teori daha çok segmental vitiligo etyopatogenezinden 

sorumlu tutulmuştur (102,135). Melanositlerin kökenini nöral yarıktan 

alması, dermatomal vitiligo olgularının varlığı, sinir hasarı görülen vücut 

alanlarında lezyonların bulunmayışı, nörofibromatozis ve tüberoskleroz 

gibi nörodisplazilerde hiperpigmente ve hipopigmente lezyonların 

varlığı, depigmente lezyonlardaki melanositlerin sinir sonlanmaları ile 

yakın ilişkisi, vitiligo lezyonlarında adrenerjik aktiviteyi gösteren 

terleme ve vazokonstrüksiyon artışı bu teoriyi destekleyen ana 

bulgulardır (6,102,136).  

Vitiligo hastalarında Nöropeptid Y (NPY) immunoreaktivitesinde 

artış, sinir büyüme faktör (NGF) reseptörleri ile kalsitonin geni ile ilişkili 

peptid (CGRP) arasındaki dengede değişim gözlenmiştir (105). NPY’ 

nin vitiligo patogenezinde hem immunolojik hem de non-immunolojik 

yolla rol oynadığı ileri sürülmektedir. İntraepidermal sinir uçlarındaki 



 

40

sinir liflerinin melanositlerle teması, NPY’ nin melanositlere doğrudan 



etki ettiğini düşündürürken, NPY’ nin melanosit gelişiminde potent 

inhibitör olarak kabul edilen TNF alfa, IL-2, IL-6, IFN gama üretimi 

yoluyla dolaylı bir etkiye de neden olduğu ileri sürülmektedir (137).  

Vitiligoda katekolamin yolağında değişim, katekolamin-O-metil 

transferaz (COMT), monoamin oksidaz (MAO) aktivitelerinde artış ve 

vitiligolu hastaların derilerinde beta-2 adrenoreseptör ekspresyonunda 

artış tanımlanmıştır. Vitiligolu hastaların idrarlarında, bir dopamin 

metaboliti olan homovalinik asit ve bir epinefrin ve norepinefrin 

metaboliti olan vanil mandelik asit yüksek saptanmıştır (6,135,138). Bu 

değişiminin melanotoksik bileşiklerin üretimini indükleyerek ve 

melanositlerin doğal detoksifikasyon sistemini zayıflatarak 

melanositlerde fonksiyon bozukluğuna ve hasara neden olduğu 

düşünülmektedir (95).  


Yüklə 1,13 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©www.azkurs.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin