Kentsel mekan



Yüklə 5,01 Kb.
Pdf görüntüsü
səhifə8/10
tarix07.03.2017
ölçüsü5,01 Kb.
#10601
1   2   3   4   5   6   7   8   9   10

Şekil 3.17 :
 Panoptikon (1785) 
plan, kesit ve görünüş.
 

 
53
 
Vidler  (2011)  bu  ve  benzeri  örnekleri; 
hastaneden  hapishaneye,  akıl
-
hastanelerinden, yaşlı evlerine ve okula kadar “kısıtlama çağının” başlangıcı olarak 
tanımlar. Bu andan itibaren sosyal olarak rahatsızlık verici bir problemin çözümü bir 
gruba  özgü  olarak  tanımlanır  ve  bir  sınıf  için  tasarlanacak  bir  yapı  aracılığıyla 
kurumsal  bir  çözüm  olarak  inşa  edilir

Kısıtlama  çağındaki  gruplandırmalar  ve 
mekan
sal  karşılıklarına  Foucoult
  (2000) 
da  “Büyük
 
Kapatılma”  adlı  eserinin  delinin 
modern  sanayi  toplumu  içindeki  pozisyonu  ve  psikiya
trinin  doğuşunu  anlattığı 
bölümünd
e  değinir.  Foucoult,  delinin  içinde  bulunduğu  koşulları

ortaçağdan 
günümüze nasıl  değiştiğini  inceler  ve bu  değişim  için gerekli koşulları  araştırır.  17. 
yy.’
a  kadar 
Avrupa  toplumlarının
 
deliyi  dışlamadığını  ve  hoşgörülü  olduğu
  belirtir 
ancak  17.yy.
’da  Avrupa  toplumunun  deliler  karşısında  hoşgörüsüz  olmaya 
başladığına vurgu yapar ve bunu sanayi
 
toplumunun oluşmaya başlamasına
 
bağlar.  
1650 
ve  1750  yılları  arasında  Avrupa’nın  Hamburg,  Lyon,  Paris  gibi  şehirlerinde 
yaln
ızca  delilerin  değil;  yaşlılar
,  hastalar
,  işsizler,  aylaklar,  fahişeler  gibi 
toplumsal 
düzenin dışında kalan herkesin kapatıldığına işaret eder. Hatta Paris’in nüfusu olan 
yarım milyon kişinin altı bininin kapatılmıştır. 
Ancak 19. yy
.’dan itibaren kapatılanlar 
arasından  çalışabilecek  durumda  olanlar  çıkarılır
;  bunun  nedeni  kapitalist  sanayi 
toplumunun  başıboş  grupların  varlığına  hoşgörü  göstereme
mesidir.  Kalanlar, 
çalışma  yeteneği  olmayanlar  olarak  belirlenen  kişiler  yani  delilerdir.  Hastalıkları
 
karakterleriyle veya psikolojik sebeplerle ilişkilendirilir. Bu bir eşiktir çünkü o zamana 
kadar  yalnızca  bir  kapatma  kurumu  olan  ve  tedavi  özelliği  olmayan  bu  kurumlar, 
birer  tedavi  org
anizması yani akıl hastanesi haline gelir.  Bu aynı zamanda zihinsel 
hastalıkların  tıbbın  nesnesi  haline  gelmesi
ne 
bir  başka  deyişle
  psikiyatri  disiplinin 
doğuşuna  tekabül  eder

Kısacası  Foucoult’ya  göre  delinin  tıbbıleştirilmesinin  temel 
nedenleri  ekonomik 
ve  toplumsal  nedenlerdir.  Deli,  bu  şekilde,  akıl  hastasıyla 
özdeşleşmiş ve akıl hastalığı denen bir şey keşfedilmiş ve  geliştirilmiştir (Foucoult, 
2000). 
Normları
 
belirleyen  üstyapının,  bu  noktada  iktidarın
,  bireyleri  normal  ve 
normal  dışı  olarak  sınıflandırıp  inşa  ettiği  sınırlar  içerisine  koyması  sosyal 
dışlamanın 
mekan
sal olarak ifade bulmasına bir örnektir. Kontrol ve denetleme aracı 
olarak, 
yapılar  inşa  ederek  sınırlar  koymanın  yanı  sıra  şeffaflık  ve  beraberinde 
görünürlük  kavramları  incelenebilir.  Vidler’e  göre 
mekan
ın  politik  rolü  üzerine 
spekülasyonlar  üreten  düşünürler  spesifik  olarak  transparan  yani  “şeffaf“ 
mekana 
odaklanırlar.  Modern  düşüncede  şeffaflığın
 
modern  öncesine  ait  miti,  şüpheyi, 
tiranlığı  yani  irrasyonel  olanı  herşeyi  yok  edeceğine  inanılıyordu
  (Vidler,  1993).  Bu 
düşünce  bugün  de  hala  geçerliliğini  korur.
  Odile  Decq  (2003)
,  1990’lı  yıllarda 
Fransa’da  transparan  cephelerin  artmasını
n  demokrasi  göstergesi  olarak 
algılandığını  ifade  eder.  Ancak  her  şeyin  şeffaf  oldugu  bir  dünyada  mahremiy
et 

 
54
 
olamayacağını  öne  sürer  ve  bu  durum

George  Orwell’in  öngördüğü  üzere  sosyal 
kontrolü
n son gelişmesi olarak yorumlar

Vidler’e göre de Panoptikon’un simgelediği 
“total kontrol paradigması”nında önemli olan hususlardan biri görünürlüktür. İktidar

kontrolünü  görmenin  gücü  üzerinden  kurar  (Vidler,  2011). 
İzlenenlerin  izleyeni 
görememesi iktidarın gücünün katlanmasına neden olur. İktidarın ifadesinin giderek 
daha  az  görünür  hatta görünmez  hale  gelmesi;  iktidarın 
mekan
sallaşmasını  ancak 

yer-sizlik

 
kavramı 
üzerinden  anlayabilmemize  neden  olur. 
Ellin’e  göre,
  19  yy.


kadar meydanlar iktidarın kendini gösterdiği alanlar iken, bugün “
yer-sizlik

 
iktidarın 
egzersiz alanını oluşturur ve onu daha anlaşılmaz ve sinsi
 
kılar
 (Ellin, 1997).  
İktidar 
her  yerdedir  ve  hiçbir 
yerdedir,  vardır  ama  yoktur.  Yer
-
leşmediği  için  fark  etmek, 
tanımlamak  ve  karşı  koymak  zorlaşır.
  Bu  noktada  bireylerin  göre
medikleri  iktidarı
 
içkinleştirip,  kendi  kendilerinin  polisi  olduğunu 
ifade  edilebilir. 
Bireylerin  iktidarı 
içkinleştirip  kendi  k
endilerini  denetlemesi  halinin  mekan
la  ilişkisini  Ellin  at
riumlu 
binalar üzerinden kurar. 
Panoptikon’da merkezde yer alan gözetmenin yerini boşluk 
almıştır. 
Ellin, 
örnek olarak Philipp Johnson’un 1972’de tasarlamış olduğu New York 
Üniversitesi  Bobst  Kütüph
anesi’ni  verir.  Boşluğun  varlığı  herkesin  görünür  hale 
gelmesini  ve  dolayısıyla  birbirini
 
izler  hale  gelmesini  sağlar  ve  kütüphane  sakinleri 
kitap çalmak gibi uygunsuz davranışlardan uzak kalmak zorunda kalır.  Herhangi bir 
gözetmene  ihiyaç  duyulmaz  çünkü 
kütüphane  kullanıcılarının  kendileri  ken
di 
koruyucuları haline gelirler (Ellin, 1997) (Şekil 3.1
8). 
                    
 
Şekil 3.18 :
 New York Üniversitesi Bobst Kütüphanesi (1972) içerisindeki    
boşluk
 
Giddens’dan hareketle bir “iktidar indirgemeciliği” yapmamak adına görünürlüğün ve 
bireylerin kendi kendilerinin koruyucusu olma halinin farklı boyutları da tartışılmaya 
değer bulunmuştur. 
 

 
55
 
İktidar  o  zaman  her  şeyin  üstünde  ve  altında  bulunan  gizemli  bir  olgu  haline  gelir.  İktidarın 
hakikate  göre  mantıksal  bir  önceliği  yoktur;  anlam  ve  normlar  yalnızca  taşlaşmış  ya  da 
mistifiye  edilmiş  iktidar  olarak  görülemez.  Bir  iktidar  indirgemeciliği
  de  ekonomik  ya  da 
normatif indirgemecilik kadar 
hatalıdır.
 (Giddens, 2001, s.276)  
Jane Jacobs “The Life and Death of American Cities” adlı çalışmada; belirli kentsel 
mekan
larda korku ve güvensizliğin nasıl  aşıldığını  gözlemler.  Bunlardan biri  kentin 
ana  elemanı  olarak  gördüğü  sokaklardır.  Sokakları  kent  hayatının  bir  göstergesi 
olarak  ele  alır;  sokak  canlı  ise  kent  canlıdır;  sokakta 
korku  yoksa  kentte  de  korku 
yoktur. Korku ve güvensizlik hissinin bertaraf edilmesinin dışarıdan denetimle ya da 
polisle elde edilemeyeceğine vurgu yapar. Herhangi bir sokakta güvenliğin; sokağın 
kullanıcılarının  çok  da  bilinçli  olmadan  gönüllü  kontrolüne  bağlı  olduğuna  dikkat 
çeker.  Jacobs’a  göre  insan  yoğunluğunu  azaltmak  da  güvenliği  arttıran  bir  durum 
değildir,
aksine  Los  Angeles  gibi 
düşük  yoğunluklu  yaşam  çevrelerinde  suç 
oranlar
ının  daha
 
yüksek  olduğu  görülür. 
Jacobs,  s
okağın  kullanıcıları  tarafından 
gönüllü gözetimi için gerekenlerden biri olarak 
sokağın yoğun kullanımını
 gözlemler. 
Sokağın  kullanıcıları  tarafından  izlenmesi  gerektiğini  fark  eder.  Bu  bağlamda 
yabancıların sokağın canlılığı için hayati bir önemi vardır çünkü sokağın yabancılar 
tarafından kullanımı, izleyenler için bir neden teşkil eder; 
zira 
boş bir sokağı kimse 
izlemez.    Bir  bakıma  yabancılar  sokağı  kullanarak  sokağın  güvenliğini  sağlamış 
olurlar  (Jacobs,  1992).    Bu  durum  Yi  F
i  Tuan’ın  vurguladığı  “yabancıdan  medet 
umma”
 halini destekler ve görünürlük, 
izleme ve güvenlik sağlama arasındaki ilişkiye
 
olumlu  bir  örnek  teşkil  eder.  Güvenliğin  kendiliğinden  sağlanması  halinde  de 
görüldüğü  üzere;  sokağın  canlılığı  ve  güvenliğinin  rasyonel  bir  planlama  ile  değil, 
sokağı  kullananlarının  bilinçli  olmayan  bir  şekilde  oluşturdukları  ağ  üzerinden  elde 
edilebileceği açıktır. 
 
Jacobs, sokaklarda bireylerin güvende hissetmesi için gereken olgulardan bir diğeri 
olan “temas” kavramını irdeler. Kent bizi yabancılarla çeşitli biçimlerde aynı 
mekan
ı 
ve  zama
nı  paylaşmaya  zorlar  ancak  kurduğumuz  ilişkinin  derecesini  ayarlama 
özgürlüğü
nü 
de  sunar.  Tanımadığımız  kimselerle  kurduğumuz  temas  aslında 
güvende  hissetmemiz  için  gereken  bir  diğer  önemli  olgu  olan  komünite  hissin

oluşturmamıza yardımcı olur. 
Bu güven z
amanla kurulur ve örnek olarak bir fırında 
bir  ürün  üzerinde  konuşmak,  manavdan  tavsiye  almak  gibi  durumlar  verilebilir. 
Alışkanlığa dönüşen bu temasların toplamı komünite hissi olarak ifade edilebilecek 
ve  saygı  ve  güvenden  oluşan  bir  ağı  meydana  getirir.
 
Bölümün  başında  k
omünite 
hissininin  karşısında  yer  alan  mahremiyet  hissinin  kent  hayatı  için  öneminden 
bahse
dilmişti

Jacobs’a  göre  iyi  bir  sokak  yerleşimi  temel  mahremiyet
  düzeyini 
sağlar  ama  aynı  zamanda  temasın  değişen  derecelerine  karşı  insanların  duyduğu 

 
56
 
istekleri  (eğlence

yardım  almak 
vb.)  doyuracak 
koşulları  kendiliğinden  sunar. 
Jacobs’a  göre  bu  denge  çok  küçük  ve  duyarlılıkla  işleyen  detaylar  sayesinde 
gerçekleşir. Bu dengeye dair verilebilecek en iyi örnek evimizin anahtarını markete 
bırakmamızdı
r (Jacobs, 1992).   
Kısacası korkunun azalması  ve 
bireylerin  güvende  hissedebilmeleri  için  gerekenler 
çeşitli bir
 
aradalıklardır. Bu bir
 
aradalıklar; özgürlük hissi ve güvenlik, yabancılarla bir 
arada olmak ve komünite hissi, mahremiyet ve temas gibi ikiliklerden meydana gelir. 
Jacobs  eski  kentin  düzensizliğine  rağmen  mükemmel  işleyişinden  ve  özgürlük  ve 
güvenliğin  bir  arada  olabildiği  kentsel 
mekanlardan  hareketle-  b
ir  kentin  “karmaşık 
bir  düzen”e  (
complex  order
sahip  olması  gerektiğini  belirtir.  Tasarımcıların 
insanların  boşluk,  sessizlik 
ve  kesin  düzen 
istedikleri  kabulüne  karşı  çıkar.  Bu 
noktada  parklar  incelenmeye  değerdir.  Kentli  için  cezbedici  olabileceği  gibi  çok 
güvensiz  olabilecek  bu  yeşil  alanlar  bazı  koşullar  altında  kullanılmayan,  tekinsiz, 
kor
kutucu  büyük  vakumlardır.  Jacobs  başarılı  bir  parkın  bazı  koşulları 
gerçekleştirmesi gerektiğini belirtir. Bunlardan ilki karışıklıktır (
intricacy), gelen insan 
çeşitliliği
 
ve  insanlarının  gelme  amaçlarının  çeşitliliğine  tekabül  eder.  Parkın 
çevresinde  fon
ksiyonel  olarak  farklılaşmış  yapıların  bulunması

parkın  günün  her 
saati farklı kullanıcılar tarafından kullanılmasını sağlar ve park böylece her saat canlı 
kalır.  İkincisi  fiziksel  ola
rak  bir  merkezilik  içermesidir.  Homojen  ve  uzun  ince 
parkların  kaybolmayı  kolaylaştırması  ve  insanların  merkez  oluşturma  eğilimleri 
nedeniyle, 
merkezilik  içeren  parkların  daha  iyi  sonuç  verdiğini  öne  sürer.  Diğer  bir 
koşul  ise  parkın  binalar  tarafından  çevrelenmesi  yani
 
kuşatılmasıdır  çünkü  yapılar 
alanı tanımlar ve böylece
 park 
bir boşluk olmaktan öteye gider. 
Jacobs lokasyonun 
önemine  de  değinir.  İnsanların  hiç  geçmediği  veya  gitmeyeceği  bir  yere  park 
konumlandırmak  başarısız  bir  sonuç  vermeye  mahkumdur.  Son  olarak  Jacobs 
eylem zenginliğinin gerekliliğine vurgu yapar. Eğer bir park pratik değilse kimse onu 
kullanmaz  çünkü  kimse  yaln
ızca  boş  diye  bir  yeri  kullanmaz  (Ja
cobs,  1992).  
Kısacası  bir  parkın  çeşitli  ilkelere  göre  fiziksel  olarak  planlanmış  olması,  kentin 
karmaşıklığından 
ve 
gürültüsünden  izole  bir  sessizlik  sağlaması
,  bina  ve  insan 
yoğunluğundan koparıp boş bir alan sunması, onun kullanımı cazip bir park  haline 
gelmesi  için 
yeterli değildir

Korku, güvensizlik gibi affektif reaksiyonların sonucunda ortaya çıkan bazı eğilimler 
ve  davranış  biçimlerinden  bahsedilebilir.  Bu  eğilimlerden  biri  olan  “özelcilik
” 
bireylerin kendilerini daha büyük bir komüniteden (topluluktan) geri çekmeleri olarak 
tanımlanabilir. 
Metropol 
yaşamının 20. yy ikinci yarısında giderek artan insan, meta 
ve  bilgi  çeşitliliği

beraberinde  karmaşayı  ve  belirsizliği  dolayısıyla  potansiyel 

 
57
 
tehlikeyi  getirir.  Ellin’e  göre,  bu  dönemde  korku  faktörünün  artışına  dair  işaretler; 
kilitlenmiş ev ve araba kapıların
dan ve 
güvenlik sistemlerinden başlayarak, kamusa

alanların artan gözetimin
e ve 
kitle medyası tarafından yayınlanan tehlike raporlarına 
kadar uzanır. Kentin tehlikeli çoğulluğu ve sınırların belirsizliği ile başa çıkmanın bir 
yolu olarak özelcilik; kendi sınırlarını inşa etmeye, büyük 
bir topluluktan geri çekilip 
kendi  güvenli  topluluğunu  oluşturma  olarak  yorumlanabilir.  Ellin  özelcilik  eğilimin
in 
mekan
sal  yansımalarına  kanıt  olarak;  kontrollü  girişlerin  olduğu  içe  kapalı  konut 
yerleşkelerin  artışını  ve  bu  yerleşkelerin  fiziksel  anlamda  sınırlarla  (duvar, 
çit  vb.) 
diğer bölgelerden ayrılışını gösterir
 (Ellin, 1997). 
3.5 Dikkat rejimi ve nörolojik deformasyon 
 
Bu  bölümde 
içinde  bulunduğumuz  dönemi  niteleyen  durumlar
  olarak 
“aşırı  veri  ve 
hız”

“zıtlıkların  yerini  farklılıkların  alması”
  ve 
“gerçeklik  hissinin  sarsılması”
  gibi 
fenomenlere  odaklanılmıştır. 
Mekan
sal  değişimler  olarak  “kentsel  fragmanların 
(parçaların) izolasyonu”
 ve 
“(fetiş)
 
nesne olarak binalar” 
bu fenomenlerle birlikte ele 
alınacaktır. 
Ü
styapıdaki  bu  fenomenler  ve 
mekan
sal  değişimler  ile  “
nörolojik 
deformasyonlar


“dikkat  rejiminin  değişimi”
  ve  affektif  hallerden  biri  olarak 

yorgunluk (fatique)

 
ilişkilendirilmeye çalışılacaktır.
  
İçinde  bulunduğumuz  dönemi  tanımlamak  için  “ileri  kapitalizm”,  “süpermodernizm”, 
“ileri  modernizm”  ve  “postmodernizm
-
postmodernite”  gibi  bir  çok  kavram  öne 
sürülm
üştür.
 Ancak hemfikir olunan konu 20.yy
.’ın
 
ikinci yarısından günümüze kadar 
olan  dönemin,  20  yy.
’ın  ilk  yarısına  göre  sosyal
-ekonomik-politik  ve  fiziksel  olarak 
bazı  farklılıklar  içermesidir.  Bölüm  boyunca  tüm  bu  kavramlar  “postmodernite” 
başlığı altında ele alınacaktır. 
 
Moderniteden 
postmoderniteye  geçişi  kavrayabilmek  için  öncelikle  tartışmalı 
postmodernlik ve/veya 
postmodernizm kavramlarını açmaya çalışmak gerekir. Mike 
Featherstone bu kavramlar için geliştirilen açıklamaların bir dökümünü yapmaya ve 
t
oparlayıcı  bir  tanım  yapmaya  çalışır.  Featherstone
  (1996), 

postmodernlikten  söz 
etmenin kendine  özgü  örgütleyici  ilkelere  sahip  yeni  bir  toplumsal totalitenin  ortaya 
çıkışını  içeren  bir  çağ  değişikliği  ya  da  modernlikten  kopuşu  ileri  sürmek” 
(s.22) 
anlamına  geldiğini  belirtir.  Sonrasında  postmodernizm  kavramı  için  doyurucu  bir 
tanımının  yapılması  sorununa  değinir:  “
postmoderni
zmin  tanımları  incelendiğinde 
‘t
arihse
l  geçmiş  duygusunun  yitirilmesi’,  ‘şizoit  kültür’,  ‘dışkı  kültürü’

‘gerçekliğin 
yerini  imajla
rın  alması’,  ‘
simulasyonlar


‘zincirinden  boşalmış    gösterenler’
  vb. 
nosyonlarla  dolu,  bir  ge
vşek  kavramsal  karmaşa  görürüz”  (s.21). 
Ancak 
postmodernizm terimi için üzerinde uzlaşılabilecek bir tanım ortaya koymayı başarır: 

 
58
 

postmodernizm modernin bir yad
sınışını, belirgin bir şekilde terkedilişini, modernin 
tayin edici görünümlerinden bağıntısal uzaklaşma anlamını vurgulayan bir kırılmayı 
ya da sapmayı işaret eder”
 (Featherstone, 1996, s.22). 
Postmodern  kenti  anlamaya  çalışmadan  önce  kentin  içinde  filizle
nen  postmodern 
kültüre  ve  öne  çıkan  özelliklerine  değinmek  faydalı  olacaktır.  Postmodern  kültürle 
ilgili  çalışan  düşünürlerden  biri  olan  Fredric  Jameson  postmodern  kültürün  iki 
boyutuna  değinir:  “Gerçekliğin  imajlara  dönüşmesi”  ve  “zamanın  bir  dizi  ebedi 
şimdiler  halinde  parçalanması”
  (Jameson,  2009). 
Gerçekliğin  imajlara  dönüşmesi, 
bireyin gerçeklik hissinin sarsıntıya uğramasına neden olur.  Zamanın bir dizi ebedi 
şimdiler  halinde parçalanmasının  bireyler  üzerinde  oluşturacağı  etkiyi  anlamak  için 
ise 1993 
yapımı “Groundhog Day” adlı filmin kahramanına bakılabilir. Bir televizyon 
kanalında hava durumu sunucusu olan Phil Connors,
 
bir festival günü için gittiği bir 
kasabada  sebebi  belli  olmayan  bir  nedenden  ötürü  her  gün  aynı  günü  yaşamaya 
başlar. Başta bu durum, gün içerisinde yaptıklarının 
-
yarını olmadığı için
- bir sonucu 
olmaması
ndan  ötürü  kaynaklanan  bir  sorumsuzluk  ve  özgürlük  hissi  verir  ve 
kendisini  çok  mutlu  eder;  her  gün  istediği  kadar  farklı  şekilde  yaşamanın  key
fini 
sürer. Ancak bir süre sonra, zam
andan soyutlanmış olduğu ve yaptıklarının herhangi 
bir  sürekliliği  ol
a
mayacağı  gerçekleri  kendisini  derin  bir  bunalıma  sürükler  (Şekil 
3.19). 
                
 
Şekil 3.19 :
 
1993 yapımı “
Groundhog Day

 
adlı filmin afişi ve sürekli aynı günü 
yaşamaya mahkum kahramanını 
gösteren bir poster. 
Jameson’un  zamanın  bir  dizi  ebedi  şimdiler  halinde  ele  alınması  olarak  gördüğü 
durum, 
Harvey’e  göre  dünyanın  zamansal  düzeninin  çökmesine  ve  geçmişin  de 
tuhaf bir biçimde ele alınmasına
 
yol açar. “Örneğin postmodernist mimari geçmişten
 

 
59
 
bölük pörçük unsurları eklektik biçimde alır ve bunları kendi keyfine göre karıştırır.” 
Harvey’e göre günümüzün mimari ve kentsel tasarım pratiğinde hakim olan temalar 
”kurgu,  parçalanma,  kolaj,  eklektizm,  bütün  bunların  dokularına  işlemiş  bir  gelip 
geçic
ilik  ve  kargaşa  duygusu”dur 
(Harvey,  2010,  s.119). 
Bunun  “ebedi  şimdi”lerin 
yarattığı süreksizliğin mimaride yansımalardan biri olduğu öne sürülebilir.
 
Modern kentten postmodern kente geçişi okumak için fragmantasyon kavramından
 
yararlan
ıl
abilir.  Steven  Jacobs, 
modern  kentin  fragmanların  çoğulluğundan  ve 
kümelenmesinden  oluşan  bir  gerçeklik  sunarken,  postmodern  kentin  hızla 
birbirlerinden  uzaklaşan  birbirlerinden  izole  edilmiş  fragmanlardan  oluşan  bir 
gerçeklik sunduğuna vurgu yapar. Bu geçiş, net
 bir  biçim
de dönemlerin sanatçıları 
üzerinden okunabilir. Avangart sanat, fragmantasyon ve süreksizli
k kavramlarını ana 
temaları  ve  formal  (biçimsel) 
stratejileri  olarak  belirlerken,  postmodern  kentsel 
temsiller  bu  izole  edilmiş  fragmanlar  aracılığı  ile  hiperreal  konstrüksiyonlar  inşa 
ederler.  Örnek  olarak  kübist  ekspresyonist,  fütürist  bir  kentsel  peyzaj  veya 
konstruktivist  bir  fotomontaj  ile  Ed  Ruscha  ve  Andreas  Gursky

nin  fot
oğrafların

arasındaki farka bakılabilir 
(Jacobs, 2002) 
(Şekil 3.20)

     
   
 
Şekil 3.20 :
 Soldan sa
ğa: Paul Citroen “Metropolis” adlı çalışması 
(1923)., Ed 
Ruscha’nın “Twenty Six Gasoline Stations” adlı çalışması 
(1962). 
Modern  dönemde  net  bir  şekilde  birbirinden  ayır

edilebilen  kent,  taşra gibi  yapılar 
postmodernite ile birlkte neredeyse yok 
olmuşlardır. Onun yerini merkez ve periferi 
olarak  tanımlanan 
mekan
izmalar  almıştır.  Ancak  periferinin  merkezdeki  kentsel 
donatılara  sahip  olmaya  başlaması;  yani  kendi  okulu,  alışveriş  merkezi  ve  servis 
sektörü 
ile  neredeyse  merkeze  ihtiyaç  duymayan  bir  yapı  halini
 
alması
,  kendi 

 
60
 
otonom  yapısını  kurmasını  sağlamış  ve  merkez  ile  olan  ilişkisini  zayıflatmıştır.  Bu 
yeni  yapı,  merkez  ve  periferiyi  birbirleri  içinde  eriterek  otonom  birliklerden  oluşan 
dev bir ör
üntünün varolmasına neden olur. 
Böylelikle postmoderniteye da
ir düşünsel 
anlamda da yaşanan merkez kaybının 
mekan
sal düzlemde de karşılığını bulduğu ve 
tek merkez yerine çok merkezli fiziksel bir yapıya evrildiği öne sürülebilir. Bu yapının 
bir sonucu olarak; modernist metropolisin kalabalıkların, binaların ve fonksiyonların 
ve  işaretlerin  fiziksel  yakınlığından  kaynaklanan  algısı,  postmodern  kentte  bir 
süreksizliğe  dönüşür.  Fragmanların  birbirlerinden  uzaklaşması  farklılık  algısını  da 
tamamen  değiştirir.  Boeri’nin  de  ifade  ettiği  üzere
 
farklılık  prensibi  artık  kenti

homojen ve farklı parçaları arasında değil, yeni kentin her bir molekülü arasında işler
 
(Boeri, 2001).  
Modernizm 
geçmişi  yok sayar  ve kentin mevcut yapısının fragmanlara  ayrılmasına 
neden olur; 
postmodernizm ise bir bakıma geçmişi geri alır ve 
modernizmin 
yarattığı 
fragmanları

tekrar  edilmesi,  çoğaltımı  ve  permütasyonu
 
aracılığıyl
a  dizilimlerinin 
sürekli  olarak  değişmesine  neden  olur.
 
Postmodernizmin  modernizmin  ortaya 
çıkardıklarını  “işleme  aldığı”
 
öne  sürülebilir,  ortaya  yepyeni  birşey  koyduğu  iddiası 
şimdilik geçersizdir. Jameson’un “bükme” kavramı “işleme alma”
 
iddiası ile paralellik 
gösterir;  Jameson  mimaride  postmodernizmi  anlamak  için  “bükme”  kavramına 
başvurmanın  anlamlı  olduğunu  belirtir.  Bükme  kavramının  ortaya  koyduğu  şey 
mevcut  parç
aların  hiçbirinin  yeni  olmadığı  gerçeğidir  ve  radikal  bir  yenilik  yerine 
tekrar  söz  konusudur  (Jameson,  2009). 
Fragmanların  birbirini  tekrar  etmesi
nin  ve 
ayır

edicilikleri  olmaması
nin 

jenerik  kent
”  (
generic  city
kavramının  oluşumuna, 
zaman  ve  mekanla  ba
ğlamlarının  kopuk  olmalarının
 
ise  “olmayan  kent  uzamı” 
(nonplace) kavramının doğuşuna sebebiyet verdiği iddia edilebilir. “Kültür, üslup ve 
dekorasyona  geri  dönüşe  işaret  eder  postmodernist  kent;  ama  bu  geri  dönüş 
geleneksel  kültür  duygularının  bağlamlarından  kopartıldıkları,  simüle  edildikleri, 
yeniden kopyalandıkları ve sürekli olarak yenilendikleri ve yeniden üsluplaştırıldıkları 
bir  “olmayan  yer  uzamı”nın  sınırları  içerisinde  cereyan  eder”  (Featherstone,
  1996, 
s.25).  Bununla  paralel  olarak,  jenerik  ken
t  kendi  amnezisini  ebedi  kılar 
(Jacobs, 
2002).  
Kısacası  modern  kentte  birey  yeni  verilere,  yeni  ölçeklere  maruz  kalırken, 
postmodern  kent  içindeki  birey  adeta  bu  verilerin 
‘türev”
lerine 
maruz  kalır. 
“Türev”den  kastedilen  mevcut  verilerin  yoğunluğunun,  ilişkilerinin,  ölçeğinin  ve 
ortamının  sürekli  artışı  veya  değişimidir.  Postmodernitenin  ortaya  çıkardığı  ve 
günümüzü  niteleyen  fenomenlerden  biri  olarak  veri  ve  hız  artışının  bireylerin  ruh 
hallerini  nasıl  etkilediğine  dair  bir  çok  görüş  vardır.  “Yorgunluk  Toplumu” 

 
61
 
(“
Müdigkeitsgesellshaft
”)  adlı  kitabında  her  çağın  kendine  özgü  karakteristik 
hastalıklar içerdiği fikrini öne süren Byung Chul Han
; 20. yy.
’ı
 
bakteriyel hastalıkların 
çağı  olarak  tanımlar  ve  immunolojik  bir  dönem  olarak  değerlendirir.  21  yy.  ise 
bakteriyel  veya  viral  bir  ça
ğ  olmaktan  çıkmıştır  ve  devrin  “depresyon”,  “
ADHS-
attention  deficiency  hyperactivity  sendrome
”,
 

borderline 
kişilik  bozukluğu’  ve “
burn 
out  syndrome

  gibi  hakim  patolojileri  göz 
önünde  bulundurularak  nöronal  bir  çağ 
olarak tanımla
nabilir. Chul Han nörolojik 
hastalıkların immunolojik çağda olduğu gibi 
negatif  yabancı  maddelerin  bedene  girmesi  sonucu  değil,    pozitif  bir  verinin  aşırı 
yüklenmesi  sonucu  oluştuğunu  belirtir.  Biyolojik  alanlardaki  gelişmelerin  sosyal  v

toplumsal  yapılar
  ile  parallelli
k  taşıdığı  varsayımına  dayanarak;  soğuk  savaş 
terminolojisinin 
“tanıdık
-
yabancı”,  “iç
-
dış”,  “biz
-
öteki”,  “dost
-
düşman”
 
gibi 
kavramlarının immunolojik  çağın paradigmasıyla  örtüştüğünü öne sürer. 
Chul  Han, 
s
oğuk  savaş  döneminin  bitişi  ile  başlayan  bir  paradigma  değişiminden  bahseder. 
Öteki ve yabancılık kavramları geri çekilir ve onun yerini farklılık (
differenz
kavramı 
alır. Ancak farklılık yabancının yarattığı bağışıklık reaksiyonuna neden olmaz. Ayrıca
 
immunolojik  paradigma  küreselleşme  sür
eciyle  paralellik  gösteremez.  Immunolojik 
olarak  organize edilmiş  dünya özel  bir  topolojiye sahiptir  ve “öteki”ne karşı  kendini 
korumak  adına  oluşturulan  sınırlar,  bariyerler,  çitler  ve  duvarlar
 
tarafından 
karakterize  dilir. 
Küreselleşmenin  ana  elemanları  olan  uluslararası  değişim  ve 
alışveriş, serbest dolaşı
m ve melezlik gibi kavramlar  ise 
immunolojik paradigmanın 
dışında kalır. 
 
Veri  ve  hız  artışı  ile  paralel  olarak  birbirleri  ile  hiyerarşik  bir  ilişki  içerisinde  ola

ikiliklerin  yerini  farklılık  ve  çoğulluk  gibi  kavramların  almasının  sonuçları  “pozitif 
şiddet” tanımlaması üzerinden anlaşılabilir. Chul Han’a göre bağışıklığın ana özelliği 
negatiflik  diy
alektiğidir,  yabancı  olan  ‘öteki‘  bedenimize  nüfüz  etmeye  çalışır  ve 
ba
şarılı  olduğu  takdirde  bedenimiz
  o
nu  çürütmeye  çalışır.  Bağışıklığı
n  ana 
araçlarından  biri  olan  aşı  mantığında;  vücudunuza  ‘öteki’nden  bir  miktar  alıp 
vücudunuza  savaşmayı  öğretiriz.  21.  yy.’ın  nöronal  hastalıkları  ise  negatiflik 
diyalektiği
nden 
değil  pozitiflik  diyalektiğinden  kaynaklanır
  (Chul  Han,  2000).  Bu 
çağın şiddeti pozitiften, pozitiflik ise aynıdan türer. Baudrillard “Transparency of Evil
 
adlı  makalesinde  aynılıkta  hayat  bulanın,  aynılıktan  öleceğini  ileri  sürer.  Günümüz 
sistemlerinde enformasyon, iletişim ve üretim fazlalığından 
kaynaklanan bir obezite 
oluştuğunu  ancak  yağa  karşı  bir  bağışıklık  reaksiyonu  verilemediğini  belirtir 
(Baudrilliard,1993). 
Kısacası aynı olanın totaliterliğinin hüküm sürdüğü bir sistemde,  
direnç  gücünden  bahsedilemez.  Byung  Chul  Han, 
pozitifliğin  şiddetinin  düşmanlık 
ortaya  çıkarmadığını  ve  yalnızca  hoşgörülü  ve  özgürleşmiş  bir  toplum  içerisinde 

 
62
 
vücut 
bulduğunu  ifade  eder.  İçinde  bulunduğu  sisteme  iç
kindir  o  nedenle  viral 
şiddete göre görünmezdir. Pozitif nöronal şiddet bir bakıma “içkinliğin terör”üdür v

bitkinlik, 
yorgunluk,  boğulma  gibi  psişik  enfarktüslere  neden  olur.  “Pozitif  şiddet”
 
kavramsallaştırması  moderniteden  postmoderniteye  geçişteki  toplumsal  yapının 
değişimi  ile  uygunluk  gösterir. 
Bununla  paralel  olarak 
Chul  Han,  Foucoult’unun 
“disiplin  toplumu”
 
olarak  tanımladığı  toplumsal  yapıdan  “
performans  toplumu

na 
geçildiğini öne sürer. Bugünun toplumu artık Foucoult’un
 
tarif ettiği 
üzere hastaneler, 
hapishanel
er,  kışlalar
  ve  fabrikalarla  çevrili 
disiplin  toplumu  değildir;  onun  yerini 
fitness  stüdyolar
ı,  bürolardan  oluşan  gökdelenler,  bankalar,  havalanları,  alışveriş
 
merkezleri  ve  gen 
lavaboroturlarından  oluşan  bir  performans
 
toplumu  almıştır. 
Disiplin  toplumunun  yerine  kullanılan  “
kontrol  toplumu

 
kavramı  da  çağımızın 
paradigmasına  uygun  değildir  çünkü ç
ok  fazla  negatiflik  içerir,  yasaklarla  belirlenir. 
Eylemler  “yasaklı  olmak”  ve  “yapmak  zorunda  olmak”  üzerinden  tanımlanır. 
Performans  toplumunda 
ise  bu  kalıplar  yerini  “
-ebilme
“  takısına  bırakır.  Yasak  ve 
emirlerin yerini inisiyatif ve motivasyon a
lır. “Hayır“ disiplin toplumlarına özgüdür ve 
deliler,  kura
l  yıkıcılar  yaratır.  Performans 
toplu
munun  özgü  olansa  “evet”tir.  

h
ayır”dan “evet”e geçiş olarak özetlenebilecek 
bu 
paradigma değişimi, kapitaliz
min 
üretimi  maks
imize  etmek  amacına  daha  uygun  düşer 
çünkü  disiplin/kontrol 
toplumunda  üretim  bir  noktada  yasak  olanın  negati

şeması  tarafından  sınırlanmış 
olur. 

-
melisin”den  “
-
ebilirsen”e  geçiş
,  itaat  eden  özneden  performans  öznesine 
geçişi  sembolize  eder.  Ehrenberg
 
depresyonu  bu  geçişe  oturtur.  Performans 
ba
skısı,  bir  uçta  depresyona  diğer  uçta  “
burnout  sendromu
”na  sebep  olur;  aşırı 
performans  gösterme  sonucu  birey  fiziksel  olarak  tükenir  ve  ruhsa
l  bütünlüğünü 
tehlikeye  girer. 
Diğer  uç 
ise  depresyondur,  çünk
ü  günümüz  insanının  karşısında 
baskı  kuran  net  bir  varlık  yoktur;  bireyler  gönüllü  olarak  kendi  kendilerine  baskı 
kurarlar.  Performans  öznesi  toplumun  “herşey  mümkün”dür  söyleminin  baskısı 
altında 
kendini sürekli zorlar ve kendi i
le verdiği mücadelede güçsüz düştüğü anda 
depresyona sürüklenir. Tabloyu bulanık hale getiren, bireyin onu çalışmaya zorlayan
 
bir 
dış  otoritesi  olmaması  nedeniyle  oluşan  özgürlüğün  yanında  performans 
toplumunun pozitif diyalektiği içerisinde görünmez olarak kurulan baskıdır. Özgürlük 
içerisindeki  baskı  paradoksal  bir  özgürlüktür  ve  bire
yin  -
görünmez  bir  düşmanla

kendisiyle  savaşmasına  neden  olur.  Chul  Han  “
performans 
toplumu”
na  bi
r  diğer 
tanımlama  olarak  “
yorgunluk  toplumu

nu  ekler. 
Aşırı  aktivite,  aşırı  üretim  ve  aşırı 
iletişim,  sonrasında  bitkinlik,  yorgunluk,  tükenme  ve  yıpranmaya  bir  başka  deyişle 
ruhun  enfarktüsüne  neden  olur. 
Bu  enfarktüs  sonucu  tepkisiz  ve  uyuşuk  bireyl
er 
ortaya  çıkar.  Handke’ye  göre
 
bu  yorgunluk  “bölücü”  bir  yorgunluktur.  Disiplin 
toplumunun  birlikte  örgütlenebildiği  karşı  tarafın  (patron
,  devlet,  vb.)  performans 

 
63
 
toplumunda  yok  olması  yorgunluğun  kolektif  olarak  paylaşılmasını  engeller. 
Performans  toplumunun  patolojileri  yorgun  bireyleri  birbirinden  uzaklaştırır  ve  izole 
yorgunluk 
kümeleri  oluşmasına  neden  olur 
(Chul  Han,  2000). 
Chul  Han’ın  çağın 
hastalıkları  olarak  tanımladığı  nörolojik  deformasyonların  ve  psikolojik  enfarktüsler 
sonucu  oluşan  güçsüzlük  ve  yorgunluğun,  modernitede
 
deneyimlenen    kaygı  ve 
yabancılaşmadan en azından yoğunluk olarak farklı olduğu öne sürülebilir.
 Jameson 
19.yy
.’
da  fiziksel  olarak  dene
yimlenen  yabancılaşmanın  evrildiğini  ve  toplum 
parçalanıp  farklılaştı
kça,  evrensel  ve  soyut  bir  g
üçsüzlüğe  dönüştüğünü  belirtir 
(Jameson, 2009).  
Çağın  psikolojik  enfarktüsler  doğurduğu  fikri  bir  çok  düşünür  tarafından  paylaşılır. 
Postmodern  dönem  içerisindeki  öznenin 
“kaygılı”  (Massumi,  1993),  “şizofrenik” 
(Jameson,  1983,  1988;  Levin,  1987),  “multifrenik  ve  parçalanmış  (
fragmented
)” 
(Gergen,  1991)  ve “paranoid”  (Burgin,  1990,  Frank,  1992)  olduğu öne sürülmüştür
 
(Gottshalk, 2000
’de atıfta bulunduğu gibi
). 
Modernitede yeni olan, yapı türleri, teknikleri ve ölçek büyümesidir ve hız
,  endüstri 
devriminin makinaları ile tanımlanır. Postmodernite ile birlikte modernite içerisindeki 
tanımlı  taşra
-kent,  ben-
öteki  gibi  düaliteler  yerini  bulanık  ve  karşıtlık  ilkesi  i
çinde 
açıklanamayan yapılara bırakır ve hız dijital devrim üzerinden tanımlanır hale 
gelir. 
Aşırı veri ve hız ve kesin ayrımların yokoluşuna
 
değinen bir diğer düşünür Frosh’tur. 
Frosh 
(1991)
,  gündelik  hayatın  medya  tarafından  yoğun  bir  biçimde 
bombalanmasının,  zaman  ile 
mekan  ve  gerçek  ile  kurgu 
arasındaki  ilişkileri 
bulandırdığını  ve  sosyal  ve  psikolojik  deneyimleri  radikal  bir  biçimde
  destabilize 
ettiğini belirtir. 
Böylesi bir destabilizasyon, 
ş
izofreni ve multifreni ile benzer özellikler 
taşıyan parçalanmış ve yönlenememiş (
disoriented) bir bilinci destekler. 
Bodnar 
ise  yalnızlık
 
hissini  ele  alır  ve  kişiliğimizin  postmodernizmde,  tıpkı 
modernizmde  olduğu  gibi,  hala  grup  bağları  içerisinde  şekillendiğini  belirtir.  Ancak 
bu  bağlar  dijital  iletişim platformlarının etkisiyle  giderek global  ve sanal  bir  hal  alır. 
Bu  durum  daha  önce  eşi  benzeri  olmayan  bir  fragmantasyona  neden  olur  ve 
bireylere  bir  özgürlük  duygusu  verir  fakat  yeniden  yapılanan  bu  bağlar  aynı
 
zamanda  rahatsız  edici  hatta  korkutucu  bir
 
kayıp  hissini 
harekete  geçirir.  Bodnar; 
bugün  bireyin  duydugu  yalnızlığın,  modernizmde  olduğu  gibi  kentsel  kalabalığın 
içinde  değil  internete  bağlı  olduğu  zamanlarda  şiddetlendiğini 
ifade  eder  (Jacobs, 
2002). 
Parçalanmış,  multifrenik,  şizofrenik  özne  belirsizlik
  ve  gerç
eklik  yitimi  karşısında 
çeşitli  yollara  başvurur.  Bunlardan  biri  olan  “
k
açışçılık”
  (escapicism)  bireylerin; 

 
64
 
gerçek  ve  gündelik  hayatın  rutinlerinden,  problemlerinden  ve  huzursuzluğundan 
kaçmak  için  uyguladıkları  pratik
ler 
ve  düşünsel  eylemler  bütünü  olarak 
t
anımlanabilir. 
Ernst  Bloch  kapitalist  toplumlarda 
piyasanın  belirsizliğinden 
kaynaklanan ve 
hayatın içine sızan telaş ve kaygının, özellikle de orta ve alt burjuva 
sınıfında  kaçış  ya  da  geri  çekilme  gibi  eğilimler  ortaya  çıkardığını  belirtir
  (Bloch, 
1986). 
Kaçışçılığın bir türü fiziksel olarak inzivaya çekilme olarak görülebilir; kentin 
kalabalık  merkezinde ve  çok katlı  bir  apartmanda yaşamaktansa müstakil  bir  evde 
yaşamayı  tercih  etmek  de  bu  kaçışlardan  biri  olarak  ele  alınabilir.  Bu  tür  bir 
kaçışçılık, 
ö
nceden  belirtildiği  üzere  “
özelcilik

 
olarak  tanımlanan; 
korku  ve 
güvensizlik  sebebiyle  içe  kapalı  konut  yerleşkelerine  olan  talebin  artması  ile 
paralellik  gösterir. 
Bir  diğer  kaçışçılık  türü  ise  paradoksal  olarak  belirsizliğin 
kaynaklarından  biri  olan 
hayal 
ürünü  dünyalara  olan  sığınmadır.  Çevrimiçi  ağlar 
veya çok oyunculu sanal mekan
larda bireyler gündelik hayatın sorunlarından kaçıp 
gerçek  hayat
ta  kuramadıkları  kimlikler  inşa  edebilirler  (
Dery,  1996). 
Kaçış 
mekan
izmalarını  yalnızca  bireyler  üretmez.  Benjamin’in  “fantazmagoriler“  olarak 
gördüğü  dünya  fuarları  ve  Frankfurt  Okulu’nun  kültür  endüstrisi  başlığı  altında  ele 
aldığı  üretimler  bu 
mekan
izmalar  altında  ele  alınabilir.
  Ellin  (1997) 
kaçış 
mekan
izmalarının 
mekan
sal  yansımalarına  örnek  olarak  eğlence  ve  r
ekreasyonel 
endüstrilerin  büyümes
ini,  temaparklarını,  stadyumlar  ve  kongre  merkezleri
  gibi 
çoğunlukla megastrüktürler olarak inşa edilen yapıları gösterir. 
 
Jameson
’a  göre  modern  dönemin  yabancılaşmış  öznesi  postmodern  dönemde 
“birbirinden bağımsız ve birbiriyle bağıntısız göstergelerden oluşan bir moloz yığını“ 
içinde  dolaşan  “şizofrenik”  özneye  dönüşmüştür 
(Harvey,  2010).  Michael  Hays,  bu 
hızlı veri akışını ve bu akışın zamanımızın estetik deneyimine etkilerini anlamak için 
Raymond Williams’ın  öne  sürdüğü
 
“sınırsız  akış”  (
total  flow
)  kavramının  yararlı  bir 
araç  olduğunu  belirtir.  Jenerik  ve  sürekli  olarak  değişen  bilgi  bitlerinin  sabit  salımı 
olarak açıklanabilecek bu sınırsız akış, bireylerin zaman ve 
mekan 
arasındaki “nihai 
bir derz” içine girip çıkmasına neden olur. Televizyonda reklamları hiç bitmeyen bir 
sürü  kanalın  varlığı,  internette  s
ö
rf  yapmak,  güncel  mimarinin  arzu  ettiği  spontane 
kullanım ve gene mimarlığın ulus
-
ötesi kapitalle ve eğlence teknolojileri ile 
kompleks 
ekonomik bağları için
 
“sınırsız akış” uygun bir analo
jidir (Hays, 2003)
. Sınırsız akışla 
birlikte  teknolojinin  olanakları  sayesinde  artan  bilgiye  ulaşılabilirlik

Žižek’e  göre 
bireyler üzerinde bir “enformasyon iştahsızlığı” yaratır (Žižek
, 2011). 
Sınırsız  akışın  enformasyon  iştahsızlığı  yanında  görülen  bir  diğer
  yan  etkisi  ise 
dikkat  rejimindeki  değişimdir.  Chul  Han’a göre  sosyal  hayatta  aşırı  veri  taarruzuna 
maruz kalmanın yanı sıra iş hayatındaki artan çalışma saatleri ve görev tanımlarının 

 
65
 
çeşitlenmesi  nedeniyle  bireyler  geniş  bir  yüzeye  yayılan  ancak  derin  bir 
konsantrasyon gerektirmeyen bir çeşit dikkat rejimi geliştirirler. Bu dikkat türü, vahşi 
doğada
 
hayvanların  yemeklerini  yerken;
 
yemeği  düşmanlardan  sakınmak,  av 
olmamak ve partnerini kollamak gibi bir sürü görevi aynı anda uyg
ulamak için sürekli 
tetikte olma hallerine benzetilir. Bilgisayar oyunları da benze
r bir dikkat türünü talep 
eder.  Örneğin  kültürel  performansların  gerektirdikleri  de
rin  dikkat, 
yazarın 
“hiperdikkat”
 
olarak  tanımladığı
  bu  yeni  dikkat  türü  içerisinde  yer  almaz.  Çünkü 
hiperdikkat 
hızlı odak değişimleri arasındaki gidip gelmekten bozuntuya
 
uğramış bir 
dikkate  işaret  eder.  Hiperdikkat  can  sıkıntısını  tolere  edemez,  dolayısıyla  can 
sıkıntısı ve sabrın hediyesi olan bir çok deneyimden uzak kalınmasın
a  neden  olur, 
bir  başka  deyişle  yüzeyde  sürekli  asılı  kalınır.  Benjamin
 
bu  sıkıntıyı  iç  yüzü 
rengarenk gri bir kumaşa benzetir. Hiperaktif ego bu renklerden mahrum kalır
 (Chul 
Han, 2000). 
Dikkat  rejiminin  değişiminin  günümüz  mimarlık  üretimine  de  etkileri  olur.  Ancak 
günümüz  dikkat  rejimi-
kent  etkileşimini  incelemeden  önce  bu  ilişkinin  genel 
doğasına  bir  giriş  yapmak  faydalı  olabilir.  Vidler’e  göre  sokaklar  ve  binalar  hatta 
önemli bulunan anıtlar bile gündelik hayatta bireylerin içe dönük düşüncelerinin arka 
planını  oluşturmanın  veya  “işe  giden”  bedenlerin  içerisinden  geçtiği  pasajlar 
olmasının biraz  ötesindedir.  Bu anlamda kent  bize “görünmez”dir, görünenden çok 
hissedilendir;  görsel  olarak  içselleştirilenden  çok  boyunca  hareket  edilendir. 
Benjamin’in  takip  edersek,  bu
 
görünmezliğe  sebep  olan  şey,
 
“optik  bilinçsizlik  “ 
(optical  unconsciousness)  olarak  adland
ırılabilir. 
Zira 
gene  Benjamin’in  (2007

belirttiği  üzere  mimarlık  eskiden  beri  kolektif  bir  şekilde  dikkat  dağınıklığı 
halindeyken 
alımlanan bir sanat yapıtıdır.
 Vid
ler’e göre
 de m
imarlık haricindeki sanat 
yapıtını  alımlayan  kişinin  gösterdiği  dikkat  ve  konsantrasyon  binalar  söz  konusu 
olduğunda yalnızca turistlerde görülü
r (Vidler, 2000). 
Hem  bu  ilişkinin  doğası  gereği  hem  de  sınırsız  akış  içerisi
nde  bireyin  yeni  bir  tür 
dikkat  rejimi 
(hiperdikkat)  geliş
tir
miş  olması  nedeniyle  birey
-
mimari  yapı  ilişkisinin 
dinamiklerinin değiştiği  öne sürülebilir.  Mimari  yapılar  dikkat  dağınıklığı  içerisindeki 
bireyin  dikkatini  çekmek  için  şaşırtmak  hatta  şok  etmek  gibi  yollara  başvur
urlar
Tschumi

ye  (1994)  göre 
ş
ok,  günümüzün  genelle
şmiş
  bilgi  ça
ğında  mimarlığın 
bireylerle ileti
ş
im kurabilmesi için 
elinde olan tek araçtır. 
 
Günümüz  mimarlığının öne çıkan  unsurlarından  biri  olarak  dikkat çekme amacı  ön 
planda  olan  binalar  yalnızca  bireylerle  iletişim  kurmak  için  değil,  aynı  zamanda 
global ekonomide rekabet içerisindeki kentlerin imajını canlandırmak için başvurulan 
çarelerden  biridir. 
Bu  durum  üstyapı
-
mimarlık  ilişkisine  dair  bir  örnek  teşkil  eder. 

 
66
 
Tschumi  ve  Cheng  (2003)  her  yerde  titanyum 
kültür  tapınakları  ve
 
yarı
-
şeffaf
 
(translucent
şaheserler  olmasını  ve  mimarların
 
başarılı 
birer 
medya 
yarıtanrı/kahramanlarına dönüşmesinin bu bağlamda ele alınabileceğini belirtirler
. 
Postmodern  dönem  ile  modern  dönem  mimarlığı  arasında  belirgin  bir  tutum  farkı 
olduğu  öne  sürülebilir.  Harvey  postmodernistlerin  modernist  anlayıştan 
mekana 
bakış  konusunda  köklü  bir  biçimde  koptuklarını  belirtir.  Modernistler 
mekana 
toplumsal 
amaçları 
gerçekleştirme 
araçlarından 
biri 
olarak 
bakarken,  
postmodernistler için mekan zaman 
dışıdır ve 
 
herhangi bir  toplumsal amaçla bağı 
olmayan  ve  yalnızca  estetik  amaçlar  doğrultusunda  biçimlenecek  bağımsız  bir 
şeydir
 (Harvey, 2010). 
Bunun bir adım sonrası olarak  21. yy. başında yaptıklarından 
çok nasıl göründükleri üzerinden ün kazanan binalar ortaya çıkar, kamusal alan ölür 
ve ilerici sosyal programlar yok olur (Tschumi ve Cheng, 2003). 
Görsel  etkiyi  ön  plana  alarak  dikkat  çekmenin  hedeflenmesi  form  denemeleri  ve 
cephe oyunlarına doğru bir eğilimi tetikler. Tzonis ve Lefai
vre
’e göre bu “narsistik bir 
dönüş”tür.  Bu  dönüş  1970’lerden  itibaren  bazı  mimarların  sosyal  sorumlulukları 
terketmesi  ile  oluşur  ve  bağlamı  reddeden  bir  tavırda  ve  “cepheci”  ve  “fotojenik” 
tasarımlarda  kendini  gösterir
  (Tzonis  ve  Lefaivre,  1980).  Bugün  malzemelerin 
strüktürel  ve  performatif  potansiyellerinin  artması,  bilgisayar  destekli  tasarım 
teknolojilerin  gelişmesi  ve  fabrikasyonun  (üretimin)  dijitalleşmesi  sebebiyle  hem 
kartezyen  olmayan  geometrilere  sahip  formlar  üretmek  hem  de  dinamik  medya  
cepheleri üretmek mümkündür. 
 
Mimarlığın en temel bileşenlerinden
 biri olan ve zar olarak da tarif edilebilecek olan 
binanın
 
dış  kabuğun
un  (envelope
geçirdiği  değişim  günümüz  mimarlığının  baskın 
eğilimlerini anlamak için yol göstericilerden biridir. Dış kabuk
 genel  olarak  kamusal 
ile özeli, açık alan ile kapalı alanı ayırır ve sahiplik ilişkilerini düzenler. Hays’a göre 
modern dönemde 
dış kabuk günümüzdekine benzer bir biçimde
 yüzeyde soyutlama 
ve  eksiltemeye  tabii  tutulur  ancak  gene  de 
bu  ayrımları  gerçekleştiri
r. 
Bunun  yanı 
sıra  kabuğun
 
çevrelediği 
mekan  ve  kabuk 
arasında  devam  eden  bir 
kavramsallaştırma vardır. Bugün 
ise 
dış 
kabuk tamamen 
otonom bir yapıya sahiptir; 
ç
ağdaş  dijital  tasarım  teknolojileri  ve  belirli  yazılımlarla  entegredir  ve  çoğunlukla 
dışsal  programatik,  sosyolojik  ve  teknolojik  verilerin  izini  sürererek  oluşturulan 
prosedürler  (datascapes
)  aracılığıyla oluşturulur.  Ancak  bu  yeni  kabuğun
 
sağladığı 
benzersiz  otonomi, 
içeri  ve  dışarıyı,  özeli
 
ve  kamusalı  ayırmaz  tam  tersine
  bu 
ayrımları  yapma  olanaklarını  yok  eder.  Bu  yeni 
kabuk,  mimari  temsil  ile  imaj-
spektakllarından  oluşan  dünya  arasındaki  ayrımı  giderir  ve  mümkün  kıldığı  estetik 

 
67
 
deneyim 
ile  kullanıcı  ve  mevcut  soyut  global  sistem  arasında  bir  bağ  kurar
  (Hays, 
2003) (Şekil. 3.21
). 
 
Yüklə 5,01 Kb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7   8   9   10




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©www.azkurs.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin