Bir Ekonomik Tetikçinin İtirafları


- Bir Ülkeyi Komünizmden Kurtarmak



Yüklə 1,73 Mb.
Pdf görüntüsü
səhifə7/78
tarix02.01.2022
ölçüsü1,73 Mb.
#44723
1   2   3   4   5   6   7   8   9   10   ...   78
Bir Ekonomik Tetikçinin İtirafları - John Perkins ( PDFDrive.com )

4- Bir Ülkeyi Komünizmden Kurtarmak

Sonraki


üç

ay


boyunca

yaşayacağım

Endonezya hakkında romantik hayallerim vardı.

Okuduğum  kitaplarda,  parlak  renkli sarong’lara

bürünmüş

güzel


kadınlar,

egzotik


Bali

dansözleri,  ateş  yutan  şamanlar  ve  duman

sorguçlu  volkanların  dibindeki  berrak  sularda

uzun  oyma  kanolar  içinde  kürek  çeken

savaşçılar  görmüştüm.  Özellikle  çarpıcı  olansa,

hâlâ  takımadanın  sularında  yelken  açan  eski

Avrupalı

denizcileri

yurda

döndüklerinde



çocuklarına

“Yaramazlık

yapma,

yoksa


Bugimen

seni  alır,”  dedirtecek  kadar

korkutan  Bugi  korsanlarının  siyah  yelkenli

muhteşem  kalyonlarıydı.  O  resimler  ruhuma

nasıl da işlemişti.

Ülkenin  tarihi  ve  efsaneleri  öfkeli  tanrılar,

Komodo canavarları,  aşiret  reisleri  ve  İsa’nın

doğumundan  çok  önce Asya  dağlarından Acem

çöllerinden

ve


Akdeniz’den

geçip


toplu

bilincimizin  en  derin  kıvrımlarına  yerleşen




kadim


öyküler

misali


zenginlikler

barındırıyordu.  Efsanevi  adalarının  isimleri  bile

(Cava, Sumatra, Borneo, Sulawesi) insanın aklını

başından  almaya  yeter.  Gizemler  ve  mitlerle

dolu,  erotik  güzelliğe  sahip  bir  ülkeydi

Endonezya;  Kolomb  tarafından  aranan  ama

bulunamayan  bir  hazine:  İspanya,  Hollanda,

Portekiz  ve  Japonya’nın  kur  yaptığı  ama  elde

edemediği prenses; bir fantezi, bir rüya.

Beklentilerim  yüksekti  ve  sanırım  büyük

kâşiflerinkilere  benziyorlardı.  Ama  ben  de

Kolomb


gibi

fantezilerime

gem

vurmayı


öğrensem iyi olurdu. Fenerin ışığının her zaman

hayalimizdeki  geleceği  aydınlatmadığını  tahmin

etmem  gerekirdi  belki.  Evet,  Endonezya’nın

sunacak  hazineleri  vardı  ama  bu  benim

beklediğim  gibi  her  derde  deva  bir  hazine

sandığı  değildi.  1971’de  Ağustos’un  sonlarına

doğru

Endonezya’nın



kaynayan

başkenti


Cakarta’da  geçirdiğim  ilk  günler  gerçekten  de

şok ediciydi.

Güzellik  kuşkusuz  vardı.  Renkli sarong'lar



içinde  muhteşem  kadınlar...  Tropik  çiçeklerle

dolu

gösterişli



bahçeler...

Egzotik


Bali

dansözleri...

Yolcuların

pedal


çeviren

sürücülerin

önünde

oturduğu

ve

yüksek


oturaklarının  yanlarına  süslü  ve  rengârenk

resimler  çizilmiş  bisiklet  taksiler...  Hollanda

sömürge  tipi  malikâneler  ve  minareli  camiler...

Ama  şehrin  çirkin,  trajik  yanları  da  çoktu:

Kopan ellerinden geri kalan kanlı uçları gösteren

cüzamlılar, vücutların birkaç meteliğe satan genç

kızlar,

bir


zamanların

şimdi


mezbeleliğe

dönüşmüş muhteşem Hollanda yapımı kanalları,

kapkara

nehirlerin

çöple

dolu


kıyılarına

kondurulmuş,  tüm  ailenin  içinde  yaşadığı

mukavva  barakalar,  durmadan  öten  kornalar  ve

zehirli dumanlar. Güzel ve çirkin, zarif ve kaba,

kutsal  ve  kâfir.  O  kent  gerçekten  de  karanfil  ve

orkide


çiçeklerinin

cezbedici

kokularının,

açıktan  akan  lağımların  kokusuyla  çarpıştığı  bir

yerdi.

Daha  önce  de  sefalet  görmüştüm.



New

Hampshire’deki  sınıf  arkadaşlarımın  birçoğu

katranlı  kâğıtlardan  yapılmış  salaş  kulübelerde



yaşar, ısının sıfırın altında olduğu kış günlerinde

okula

ince


bir

ceket


ve

patlak


tenis

ayakkabılarıyla  gelirlerdi,  yıkanmamış  bedenleri

kurumuş  ter  ve  gübre  kokardı.  Günlük  besinleri

neredeyse  sadece  kurumuş  mısır  ve  patatesten

oluşan  And  köylüleriyle,  yeni  doğan  bir

çocuğun  ölmesiyle  ilk  doğum  gününü  görmesi

olasılıklarının  eşit  olduğu  yerlerde,  çamurdan

yapılma


kulübelerde

yaşamıştım.

Sefalet

görmüştüm  ama  hiçbir  şey  beni  Cakarta’da

gördüklerime hazırlamamıştı.

Ekibimiz  tabii  ki  ülkenin  en  gösterişli  oteli

olan

Hotel


InterContinental

Endonezya’ya

yerleşmişti.  Dünyanın  çeşitli  yerlerine  dağılmış

InterContinental zincirinin diğer otelleri gibi o da

Pan American  Havayolları’na  ait  olup,  zengin

yabancılara,  özellikle  de  petrol  şirketlerinin

yöneticilerine  ve  onların  ailelerine  hizmet

ediyordu.  Oteldeki  ilk  günümüzün  akşamında,

proje  müdürümüz Charlie  Illingworth en  üst

kattaki zarif lokantada bize bir yemek verdi.

Charlie savaş  uzmanıydı;  boş  zamanlarının



büyük  bir  kısmını,  büyük  askeri  liderler  ve

savaşlar  hakkında  tarih  kitapları  ve  romanlar

okumaya  ayırırdı.  Vietnam  Savaşı  yanlısı  salon

askerinin tipik bir örneği idi. Her zamanki gibi, o

gece  de  haki  şort  ve  askeri  tip  apoletleri  olan

kısa kollu haki renkte bir gömlek giymişti.

Bizi  karşıladıktan  sonra  bir  puro  yaktı  ve

şampanya kadehini kaldırırken. “İyi bir hayata,”

dedi.


Biz  de  ona  katıldık.  “İyi  bir  hayata!”

Kadehlerimiz tokuştu.

Salona  göz  gezdiren Charlie, “Burada  iyice

şımartılacağız,” dedi, memnun bir şekilde başını

sallayarak.

“Endonezyalılar

bize

çok


iyi

bakacak.  ABD  Elçilik  personeli  de  öyle.  Ama

başarmamız  gereken  bir  görevimiz  olduğunu  da

unutmayalım.”  Önünde  duran  notlara  baktı.

“Evet,  burada  dünyanın  en  yoğun  nüfusuna

sahip


kara

parçası


olan

Cava’nın


elektrifikasyonu için nâzım plan hazırlamak için

bulunuyoruz.  Ama  bu  buzdağının  sadece

tepesi.”



Yüzüne  ciddi  bir  ifade  yerleşti.  Bana

kendisinin  de  kahramanlarından  biri  olan

General Patton’u  oynayan George C.  Scott’u

hatırlatıyordu.  “Buraya  ülkeyi  komünizmin

pençelerinden  kurtarmak  için  geldik.  Bildiğiniz

gibi,  Endonezya’nın  uzun  ve  trajik  bir  geçmişi

vardır.  Şimdiyse,  tam  21.  Yüzyılın  içinde  yer

almaya  hazırlanırken,  bir  kez  daha  sınavdan

geçiyor. Bizim sorumluluğumuz, Endonezya’nın

kuzey  komşuları  Vietnam,  Kamboçya  ve

Laos’un yolundan gitmemesini sağlamak olacak.

Bu  konuda,  entegre  bir  elektrik  sistemi  anahtar

rol


oynar.

Elektrik,

kapitalizmin

ve

demokrasinin  üstün  gelmesini  (belki  petrol



hariç)  diğer  herhangi  bir  unsurdan  daha  etkin

şekilde temin edecektir.”

Duraladı  ve  purosundan  bir  nefes  daha

çekerek,  “Petrolden  söz  açılmışken...”  dedi.

Notlarından  birkaçını  atladı.  “Ülkemizin  petrole

ne  kadar  bağımlı  olduğunu  hepimiz  biliyoruz.

Bu  açıdan  Endonezya  güçlü  bir  müttefikimiz

olabilir. Dolayısıyla, bu nâzım planı hazırlarken,

petrol  endüstrisinin  ve  limanları  yapan,  boru



hatlarını  döşeyen  müteahhit  firmalarla  onlara

hizmet  eden  diğerlerinin  elektrik  yönünden  tüm

ihtiyaçlarının,  bu  25  yıllık  plan  süresince

karşılanacağını  garanti  etmek  için  elinizden

geleni yapın.”

Başını notlarından kaldırdı ve doğrudan bana

baktı. “Tahminlerin düşük olacağına, gereğinden

yüksek  olsun,  daha  iyi.  Ellerinde  Endonezyalı

çocukların,  hatta  bizim  de  çocuklarımızın

kanının  olduğunu  görmek  istemezsin.  Onların

orak-çekiç  ya  da  Kızıl  Çin  bayrağı  altında

yaşadıklarını görmek istemezsin, değil mi!”

O  akşam  birinci  sınıf  bir  odanın  lüksü

içerisindeki

yatağımda

güvenle


yatarken,

gözümün  önüne  Claudine  geldi.  Dış  borç

hakkında  söyledikleri  aklımdan  çıkmıyordu.  İş

idaresi  okulundaki  makroekonomi  derslerinde

öğrendiklerimi

hatırlayarak

kendimi

rahatlatmaya çalıştım. Ne de olsa Endonezya’nın

bir  Ortaçağ  ekonomisinden  çıkıp,  modern

dünyada  yerini  almasında  yardımcı  olmak  için

gelmiştim  oraya.  Ama  biliyordum  ki,  ertesi



sabah  pencereden  bakınca,  otelin  bakımlı  ve

gösterişli  bahçelerinin,  yüzme  havuzlarının

ötesinde,

kilometreler

boyunca

uzanan


barakaları  görecektim.  İçecek  su  ve  yiyecek

yokluğu


yüzünden

bebeklerin

öldüğünü,

insanların çok kötü koşullarda yaşayıp, korkunç

hastalıklarla  mücadele  etmek  zorunda  olduğunu

bilmezden gelemeyecektim.

Yatağımda  dönüp  dururken,  Charlie  gibi

ekipteki  diğer  herkesin  de  orada  kendi  özüne

yönelik  nedenlerle  bulunduğunu  düşünmeden

yapamadım.  Orada  ABD’nin  dış  politikasını  ve

ticari  çıkarlarını  gözetmek  için  bulunuyorduk.

Hayatı Endonezya halkı için daha yaşanabilir bir

hale

getirmek



isteğinin

ötesinde,

sırf

açgözlülüğümüz  nedeniyle  oradaydık.  Aklıma



bir  kelime  geliyordu:  Şirketokrasi.  Bu  kelimeyi

daha  önce  duymuş  muydum  yoksa  kendim  mi

icat  etmiştim  emin  değildim  ama  dünyayı

yönetmeyi  denemeyi  kafasına  koymuş  bu  yeni

ve seçkin zümreyi tam olarak tanımlıyor gibiydi.

Ortak  amaçları  çevresinde,  birbirlerine  sıkı




sıkıya  bağlı  birkaç  kişinin  oluşturduğu  bir

topluluktu  bu  ve  üyeleri  şirketlerin  yönetim

kurulları

ve


hükümet

mevkileri

arasında

kolaylıkla  ve  sık  sık  gidip  geliyordu.  Dünya

Bankası’nın

o

zamanki



başkanı

Robert


McNamara’nın  buna  mükemmel  bir  örnek

oluşturduğunu  farkettim.  Ford  Motor  Şirketi’nin

başkanlığından  Kennedy  ve  Johnson’un  Milli

Savunma


Bakanlığına

gelmişti,

şimdi

de

dünyanın  en  güçlü  finans  kuruluşunda  en  üst



makamı işgal ediyordu.

Ayrıca


üniversitedeki

profesörlerimin

makroekonominin  gerçek  doğasını  anlamamış

olduğunu  da  farkettim:  Çoğu  örnekte,  bir

ekonominin

büyümesine

yardımcı

olmak,


sadece  piramidin  tepesinde  oturan  az  sayıda

insanın  daha  da  zengin  olmasına  yol  açarken,

diptekiler  için  onları  daha  da  aşağıya  itmenin

ötesinde  hiçbir  şey  yapmamaktadır.  Gerçekten

de,  kapitalizmi  teşvik  etmek  genelde  Ortaçağ’ın

feodal  toplumlarındakini  andıran  bir  sisteme

neden  olmaktadır.  Profesörlerim  arasında  bunu

bilen


varsa

da


itiraf

etmemişti;

çünkü



üniversiteler,

büyük

şirketler



ve

onları


yönetenler

tarafından

finanse

ediliyordu.

Gerçeği  ortaya  çıkarmak  büyük  olasılıkla  o

profesörlerin  işini  kaybetmesine  neden  olurdu.

Tıpkı  o  yönde  bir  açıklamada  bulunursam,

benim başıma geleceği gibi.

Bu  düşünceler,  Endonezya InterContinental

Otel’de  geçirdiğim  her  gece  uykumu  kaçırmaya

devam  etti.  Sonunda  vardığım  temel  savunma

çok  kişiseldi:  O New  Hampshire kasabasından,

hazırlık  okulundan  ve  askere  alınmaktan  paçayı

kurtarmıştım. Çok çalışmanın ve rastlantıların da

yardımıyla,  iyi  bir  hayat  yaşamaya  hak

kazanmıştım.

İçinde

yetiştiğim

kültürün

nazarında, doğru olanı yapıyor olduğumdan için

rahattı.  Başarılı  ve  saygı  duyulan  bir  ekonomist

olma  yolunda  ilerliyordum.  İşletme  okulunun

beni  hazırladığı  şeyi  yapıyordum.  Dünyanın  en

üst  düzey  beyin  takımlarındaki  en  iyi  beyinlerin

onayladığı

bir


gelişim

modelinin

gerçekleştirilmesine katkıda bulunuyordum.

Yine de, sık sık gecenin bir yarısında kendimi




günü  geldiğinde  gerçeği  açıklayacağım  sözüyle

avutmak  zorunda  kalırdım.  Sonra  da  Vahşi

Batı’daki  silahşorları  anlatan Louis L’Amour

romanları okuyarak uyurdum.







Yüklə 1,73 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7   8   9   10   ...   78




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©www.azkurs.org 2025
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin