H. P. Lovecraft



Yüklə 0,73 Mb.
Pdf görüntüsü
səhifə23/29
tarix10.05.2022
ölçüsü0,73 Mb.
#57090
1   ...   19   20   21   22   23   24   25   26   ...   29
H. P. Lovecraft - Uyku Duvarının Ötesinde ( PDFDrive )

 
"Dipsiz derinliğin yankılanmaz karanlığı."
 
Eğim iyiden iyiye dikleşince Thomas Moore'dan bir
parçayı, daha fazla söylemeye korkana dek aynı tonda
yineledim:
 
"Karanlığın bir sarnıcı, siyah
Cadıların kazanı gibi, dolduğunda
Ay tutulduğunda imbiklenmiş ay kimyasıyla.
Ayaklar aşabilir mi diye eğildim bakmaya
Altımda gördüğüm derin yarıktan aşağıya,
Gözün keşfedebileceği kadar uzakta
Karanlık köşeleri cam kadar pürüzsüz,
Parlıyor üzerleri cilalanmışcasına
Bu kara ziftle
Ölümün Tahtı Yayıyor ışığı yapış yapış kıyılarına."
 
Ayağım yeniden düzgün bir zemini hissettiğinde zaman
sanki var olmayı kesmişti ve kendimi, artık başımın üstünde
hesaplanamayacak kadar yükselen bir tavanı olan, diğer iki
tapınaktaki salonlardan daha yüksek bir yerde buldum. Ayağa
pek kalkamasam da, dizlerimin üzerinde dik durabiliyordum


ve karanlıkta ayaklarımı sürüyerek oraya buraya emekledim.
Çok geçmeden, duvarlarına cam kapaklan olan tahta kasalar
dizilmiş dar bir geçitte olduğumu anladım. Zımparalanmış
tahta ve cam gibi şeyleri Paleozoik Çağ'a ait bu dipsiz yerde
hissettiğimde, bunun olası sonuçlarını düşünerek ürperdim.
Kasalar, geçidin her iki kenarına düzenli aralıklarla
yerleştirilmiş gibiydi. Dikdörtgen biçimliydiler ve yatay
yerleştirilmişlerdi. Şekil ve boyut açısından korkunç derecede
tabutlara benziyorlardı. Birkaç tanesini daha iyi
inceleyebilmek için yerinden oynatmaya çalıştığımda, çok
sıkı olarak tutturulduklarını gördüm.
Geçidin uzun olduğunu gördüğüm için çevremi hissetmek
ve duvarlarla kasa sıralarının devam ettiğine emin olmak
adına karşıdan karşıya geçip, koşar gibi emekleyerek zorlukla
ilerledim; ki bir göz karanlıkta beni izleseydi berbat bir
görüntüyle karşılaşırdı. İnsan görsel olarak düşünmeye
öylesine alışmış ki, karanlığı neredeyse unuttum ve sanki
görüyormuş gibi, bitmek bilmeyen tahta ve cam koridorunun
alçak tavanlı değişmez tekdüzeliğinin içinde düşündüm.
Sonra tarif edilemez bir şeyler duyumsadığım anda onu
gördüm.
Hayal kurmaktan gerçek görüşe tam olarak ne zaman
geçtiğimi söyleyemem; ama ileride derece derece artan bir
parlaklık belirdi ve hemen, koridorla kasaların dış hatlarını,
bilinmeyen bir yeraltı fosforunun yardımıyla açığa çıkarılmış
olarak gördüğümü anladım. Işık çok soluk olduğundan, kısa
bir süre için her şey gözüme tam da düşlediğim gibi gözüktü;
ama mekanik bir şekilde daha güçlü olan ışığa doğru
tökezleyerek ilerledikçe, hayal gücümün çok zayıf kaldığını
fark ettim. Bu uzayıp giden salon, yukarıdaki kentin
tapınakları gibi zarafetten yoksun bir kalıntı değildi, çok


görkemli ve egzotik bir sanatın anıtıydı. Zengin, canlı ve
cesur fantastik tasarımlarıyla resimler, duvarda, hatları ve
renkleri, betimlemenin ötesinde, olan kesintisiz bir duvar
resmi oluşturuyordu. Kasalar tuhaf altın rengi tahtadan,
kapakları enfes camdandı ve insanın en karmaşık
rüyalarındaki groteskliğin bile ötesine geçen yaratıkların
mumyalanmış bedenlerini saklıyorlardı.
Bu canavarlar hakkında fikir yürütmek olanaksızdı.
Sürüngen cinsindendiler. Beden hatları bazen timsahı, bazen
foku andırıyor; ama esasen herhangi bir doğa bilimcinin ya da
paleontologun daha önceden duyduğu bir şeylere
benzemiyorlardı. Boyları, yaklaşık olarak kısa bir insan
kadardı ve ön ayaklarında garip bir şekilde insan elleri ve
parmaklarına benzeyen, açıkça narin olduğu görünen ayaklar
vardı. Hepsinden de tuhaf olan şey, bilinen bütün biyolojik
ilkeleri çiğneyen hatlara sahip olan kafalarıydı. Bu yaratıklar
hiçbir şeyle karşılaştırılamazdı - bir an kedi, bulldog,
mitolojik Satir
(8)
 ve insan gibi çeşitli varlıklarla
karşılaştırmalar yaptım. İupiter'in
(9)
 bile öyle kocaman,
çıkıntılı alnı yoktu. Yine de boynuzlar, buruna benzer bir şey
ve timsahı andıran çeneleri bu yaratıkları bütün
sınıflandırmaların dışında tutuyordu. Bir an için yapay putlar
olduklarına dair küçük bir kuşku duyarak, kendi kendime
mumyaların gerçek olup olmadığını tartıştım; ama az sonra,
onların adsız kentte yaşam varken yaşamış, paleozoik çağa ait
birtakım türler olduğuna karar verdim. Groteskliklerini
taçlandırırcasına, birçoğu en pahalı kumaşlardan, debdebeli
bir şekilde giydirilmişler, üzerlerine altın, mücevher ve
bilinmeyen parlak metallerden yapılmış bol miktarda süsler
yerleştirilmişti.


Bu sürüngen yaratıklara verilen önem çok büyük olmalıydı,
çünkü freskli duvarlardaki ve tavandaki yabanıl desenler
arasında ilk sırayı alıyorlardı. Sanatçı, benzersiz bir beceriyle
onları, içinde boyutlarıyla uyuşan kentler ve bahçeler olan
kendilerine ait bir dünyada çizmişti; belki de onlara tapınmış
olan halkın ilerleyişini de gösteren alegorik bir resimli tarih
oluşturulduğunu düşünmeden edemedim. Kendi kendime
dedim ki, dişi kurt Roma için neyse ya da bir totem yaratıkları
Kızılderili kabileleri için neyse, bu yaratıklar da adsız kentte
yaşayanlar için oydu.
Bu bakış açımı koruyarak adsız kentin muhteşem
destansılığının izlerini arayıp yaklaşık olarak bulabiliyordum:
Afrika dalgaların arasından su yüzüne çıkmazdan önce
dünyaya hükmetmiş, kudretli bir deniz kıyısı metropolünün,
deniz çekilirken yapılan mücadelelerin, bulunduğu bereketli
vadiye doğru sürünerek ilerleyen çölün öyküsüydü bu.
Savaşlarını ve zaferlerini, yaşadıkları güçlükleri ve yenilgileri
gördüm: halkının binlercesinin - burada alegorik olarak
grotesk sürüngenler halinde tasvir edilmişlerdi - kayalardan
aşağıya, peygamberlerinin onlara anlattığı bir başka dünyaya
doğru olan yollarını olağanüstü bir biçimde, keski keski
açarak, çöle karşı yürüttüğü korkunç savaşı. Hepsi çok canlı
bir şekilde tuhaftı, gerçekçiydi ve tüm bunların benim
yaptığım dudak uçuklatıcı inişle bağlantılı olduğu su
götürmezdi. Hatta geçitleri bile tanıdım.
Koridor boyunca daha parlak ışığa doğru emeklerken
resimli destanın son evrelerini, adsız kentte ve onun vadisinde
yaklaşık on milyon yıl boyunca yaşamış ırkın oradan
ayrılışını gördüm; bir ırk ki, ruhları, dünyanın gençliğinde
göçebe olarak oralara yerleşip bakir kayaların üzerine,
tapınmaktan asla vazgeçmedikleri o çok eski sunakları yontan


bedenlerinin seçildiği sahnelerden çekilmiş. Şimdi ışık biraz
daha iyi olduğu için, resimleri daha yakından inceledim ve
acayip sürüngenlerin bilinmeyen kimseleri temsil etmek
zorunda kalmış olduklarını anımsayarak, adsız kentin
geleneklerini düşündüm. Çoğu şey tuhaf ya da açıklanamazdı.
Yazılı bir alfabeye de sahip olan bu uygarlık, kendinden
ölçülemeyecek denli sonra gelen Mısır ve Kaide
medeniyetlerinden çok daha yüksek bir düzeye çıkmıştı,
ancak tuhaf bir biçimde atlanan şeyler vardı. Örneğin
savaşlara, şiddete ve salgın hastalıklara ait olanların dışında
ölümleri ya da cenaze âdetlerini betimleyen resimler
bulamadım; doğal ölümle ilgili bu ağız sıkılığı karşısında
hayrete düştüm. Sanki ideal ölümsüzlük neşeli bir
yanılsamayla korunmuştu.
Geçidin sonlarına doğru yaklaştıkça duvarlarda en pitoresk
ve şatafatlı sahneleri görebiliyordum. Adsız kentin terk
edilmişliğinin, yıkıntıya dönüşmüşlüğünün ve o ırkın yolunu
taştan oyduğu yeni, garip cennet krallığının karşıtlığı içindeki
görünümler. Bu manzaralarda sürekli olarak ay ışığı altında
gösterilen kent ve çöl vadisi, yıkık duvarların üzerinde asılı
duran altından bir şöhret bulutuyla birlikte eski zamanların
yarı açığa çıkan muhteşem mükemmelliği, sanatçı tarafından
düşsel ve anlaşılması zor biçimde gözler önüne seriliyordu.
Cennetsel sahneler neredeyse inanılmayacak denli abartılıydı,
şanlı kentler, göksel tepeler ve vadilerle dolu sonsuz günün
saklı dünyasını resmediyordu. Sanırım en sonlara ulaştığımda
sanatsal anlatımın birden zayıfladığını gördüm. Resimler
hünerli işler olmaktan çıkmış ve önceki sahnelerin coşkulu
yapılarına göre biçimsiz bir hal almıştı. Bu sahneler, çölden
sürüldükleri dış dünyaya karşı artan bir saldırganlığın eşlik
ettiği kadim birikimin yavaş yavaş ilerleyen yozlaşmasını


tescil eder gibiydiler. Halkın boyu - ki her zaman kutsal
sürüngenler olarak simgelenmişlerdi - kademe kademe
küçülmüşe benziyordu, buna karşın ruhları ay ışığındaki
harabelerin üstünde asılı kalmış halde tasvir edilmişti. Süslü
cübbeler içinde gösterilen bir deri bir kemik rahipler,
yukarıdaki havayı ve onu soluyan herkesi lanetlemişlerdi, son
sahnede, belki Sütunlar Kenti antik İrem'li bir öncü olan ilkel
görünüşlü bir adamın, eski ırkın üyeleri tarafından
paramparça edilişini gösteriliyordu. Arapların adsız kentten
nasıl korktuklarını anımsıyordum ve bu noktadan sonra gri
duvarlarla tavanın boş oluşuna sevinmiştim.
Duvarlardaki tarih gösterisine bakarken alçak tavanlı
salonun ucuna çok yaklaşmıştım ve çevreyi aydınlatan fosfora
benzer ışıldamanın geldiği girişin farkına vardım. Ona doğru
emekleyerek, onun ötesinde uzanan sahneye her şeyi aşkın bir
hayrete kapılarak haykırdım; çünkü orada daha parlak
salonlar yerine, Everest Dağı'nın doruğundan güneşle
aydınlanmış bir sis denizine bakan birinin görebileceği gibi,
değişmez şekilli ışımanın sınırsızca yayıldığı bir boşluk vardı.
Arkamda öyle basık bir geçit yer alıyordu ki, içinde dik
duramıyordum; önümdeyse yeraltı parıltısından bir sonsuzluk
uzanıyordu.
Dik bir basamak dizisi geçitten derinliklere doğru iniyordu -
geçtiğim karanlık tünellerdeki gibi sayısız küçük basamak -
oysa birkaç basamak sonra, hararetli buharlar her şeyi
örtecekti. Koridorun sol duvarında masif tunç bir kapı ardına
kadar açılmıştı. Çok kalındı ve fantastik kabartmalarla
süslenmişti; ayrıca sıkı sıkıya kapansaydı, içerideki ışık
âleminin tamamını mahzenlerden ve kayalık geçitlerden uzak
tutardı. Basamaklara baktım ve o an için onları denemeye
cesaret edemedim. Açık tunç kapıya dokundum ama hareket


ettiremedim. Sonra, zihnim ölüme benzer bir yorgunluğun
bile kovamayacağı denli müthiş düşünceler içinde alev alev
yanarken, ağır ağır, yüzükoyun zemine kapaklandım.
Düşünmeye açık bir halde, kapalı gözlerle orada yatarken,
yeni ve korkunç bir anlam oluşturarak yeniden aklıma gelen
fresklerde - adsız kentin en görkemli çağlarını tasvir eden
sahnelerde - vadinin çevresindeki bitki örtüsünü ve
tüccarlarının ticaret yaptığı uzak diyarları kısmen fark ettim.
Bütün sürünen yaratıklarda göze çarpan alegori beni epey
düşündürdü ve onun böylesine önemli bir resimli tarihi çok
yakından izlemesine hayran oldum. Fresklerde adsız kent
sürüngenlerin boylarına uygun bir orantıda resimlenmişti.
Gerçek boyutlarım ve ne kadar görkemli olduğunu merak
edip bir an yıkıntılarda gördüğüm bazı tuhaflıkları düşündüm.
Özellikle yeraltı tapınaklarının ve garip koridorun ne denli
alçak olduğunu düşündüm; çünkü sonunda tapınanlarını ister
istemez minik sürüngenler haline getirmiş olmalarına karşın,
bunlar kuşkusuz yücelttikleri sürüngen tanrılara uyularak
oyulmuşlardı. Belki burada düzenlenen dinsel törenler de
yaratıkları taklit etmek adına emeklenerek yapılıyordu. Her
şeye rağmen hiçbir dinsel kuram, o olağanüstü inişteki bölüm
geçitlerinin neden tapınaklar kadar alçak olduğunu - ya da
kimsenin orada dizlerinin üzerinde bile duramayacağı kadar
alçak olduğunu - kolayca açıklayamazdı. Mumyalanmış
tiksindirici bedenleri bana o denli yakın olan sürüngen
yaratıkları düşünürken, yeni bir korku çarpıntısı duyumsadım.
Zihinsel çağrışımlar oldukça tuhaftır ve son resimde
parçalanan zavallı ilkel adam dışında, dünyanın
başlangıcından kalma yaşamın sembollerinin ve
yadigârlarının ortasında dikilen tek insan bedeninin benimki
olduğu düşüncesiyle korkuya kapıldım.


Oysa sıra dışı ve avare hayatım boyunca daima olduğu gibi,
kısa bir süre içinde korkumu üstümden attım; çünkü aydınlık
derinlikler ve o derinliklerin içerebileceği şeyler, en büyük
kâşife yaraşır bir sorun teşkil ediyordu. O garip, küçük
basamaklar dizisinden aşağıya, garip gizemli bir dünya
uzanıyordu ve orada, resimlendirilmiş koridorda bulamadığım
insan türüne ait hatıraları bulmayı umdum. Freskler bu düşük
tavanlı krallıktaki inanılmaz kentleri, vadileri tasvir ediyordu
ve düş gücüm beni bekleyen zengin, muazzam kalıntılara
kaydı.
Doğrusu, korkularım gelecekten çok geçmişe dairdi. Ölü
sürüngenler ve tufan öncesi çağlardan kalma fresklerle dolu,
bildiğim dünyadan millerce aşağıda bulunan, tekinsiz bir ışık
ve sisten meydana gelen başka bir âlemle karşılaştığım o
koridordaki halimin yol açtığı apaçık korku dahi, şu sahnenin
dipsiz eskiliği ve hissettirdikleri karşısında duyduğum
heyecana ve ölümcül dehşete denk olamazdı. Öylesine bir
eskilik ki, onun tarihini ölçmek adsız kentin kayadan oyma
tapınaklarına ve ilk taşlarına hakaret olurdu. Zaten
fresklerdeki hayranlık uyandırıcı haritaların en yenilerinde
dahi, sadece orada burada bir parça tanıdık gelen çizgiler
dışında, insanın unuttuğu okyanuslar ve kıtalar görünüyordu.
Resimlerin çizilişinin son bulması ve öldüresiye bir nefretle
dolu olan ırkın bir şekilde, çürüme karşısında dayanamaması
yüzünden sonraki jeolojik çağlarda neler olduğunu hiç kimse
söyleyemezdi. Bu mağaralar ve onların ötesindeki aydınlık
diyar bir zamanlar hayat doluydu; şimdiyse bu diyarın
ortasında parıltılı kalıntıların içinde yapayalnızdım ve sessiz
çöl gecesinin bu yadigârlara bekçilik ettiği sayısız çağı
düşündükçe korkuyla titredim.


Birdenbire, soğuk ayın altında adsız kenti ve korkunç vadiyi
ilk görüşümden bu yana beri beni esir eden o yoğun korku, bir
kez daha boşandı ve yorgunluktan tükenmiş olmama karşın,
kendimi çılgıncasına oturmaya çabalayıp geriye, dış dünyaya
açılan tünellere giden karanlık koridora bakar buldum.
Duyularım tıpkı geceleyin beni adsız kentten uzak tuttukları
gibi gerilmişti ve beni neden bu denli çok etkilediklerini,
niçin böyle olduğunu açıklayamıyordum. Az sonraysa belli
bir ses yüzünden daha büyük bir şok geçirdim - ki bu ses
kabri andıran derinliklere daldığımdan bu yana, mutlak
sessizliği delen ilk sesti. Sanki uzaktan gelen lanetlenmiş bir
ruh sürüsüne aitmişçesine derin, pes bir iniltiydi ve baktığım
yönden geliyordu. Uğultunun şiddeti giderek yükseldi; ta ki
basık tavanlı geçitte korkunç bir şekilde yankılanana kadar.
Aynı esnada, yukarıdaki tünellerle kentten akarcasına, gittikçe
artan bir soğuk hava akımını fark ettim. Havanın teması
dengemi yeniden kazanmamı sağladı; çünkü gün batımında
ve gün doğumunda derinliğin ağzından çıkan ani rüzgâr
patlamalarını anımsayıverdim. Zaten onların biri benim gizli
tünelleri bulmamı sağlamıştı. Saatime baktım ve gün
doğumunun yakın olduğunu gördüm. Böylece mağara evine
siler süpürürcesine dolan ve akşamları oradan dışarıya esen
akıma direnmeye çalıştım. Doğal bir olay, bilinmeyene dair
arap saçma dönmüş düşünceleri dağıttığı için korkum bir kez
daha azalmıştı.
Uluyup inleyen gece rüzgârı, gizli dünyanın körfezine
çılgınca akıp durdu. Yine yere kapaklandım ve gövdem açık
kapıdan fosforlu derinliklere sürüklenir diye korktuğum için,
zemini kavradım. Böylesine bir hiddet beklemiyordum ve
bedenimin derinliklere doğru kaydığını fark etmeye
başladığımda, kuruntu ve hayallerin yol açtığı binlerce yeni


dehşet üzerime çullandı. Rüzgâr patlamasının uğursuzluğu
üzerimde inanılmaz hayaller uyandırdı. Kendimi, o korkunç
koridordaki insan çizimiyle, adsız ırk tarafından parça parça
edilen adamla, korkudan ürpererek yeniden karşılaştırdım;
çünkü burgaçlar yapan akıntının iğrenç tırmalayışlarında,
büyük ölçüde güçsüz olduğu için, giderek artan intikamcı bir
öfke vardı. Sanırım sonunda delicesine çığlıklar attım -
neredeyse çıldırmıştım - ama eğer bunu yapmışsam bile,
çığlıklarım uluyan rüzgâr dalgalarının cehennemden çıkma
kargaşasının içinde yitip gitmişti. Görünmez, katil akıma
karşı sürünmeyi denedim; ama yavaşça ve aralıksızca
bilinmeyen bir dünyaya çekilirken hali hazırdaki yerimi bile
koruyamadım.
Sonunda aklımı hepten oynatmış olmalıyım; çünkü adsız
kentin düşlerini gören deli Arap Alhazred'in açıklanamaz
beytini tekrar tekrar mırıldanmaya başlamıştım:

Yüklə 0,73 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   19   20   21   22   23   24   25   26   ...   29




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©www.azkurs.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin