Fİrarperest yazan: Elif Şafak Yayın hakları



Yüklə 2,04 Mb.
Pdf görüntüsü
səhifə3/15
tarix25.11.2019
ölçüsü2,04 Mb.
#29692
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   15
[kitabyurdu.org]-1478172938 firarperest-elif-safak


   
     Yazın Doğup Hep 
     Sonbaharda Yaşayanlar 
   
 
 
   
Pek  çoklarının  "kasvetli  sonbahar  çocuğu"  sandığı  Ernest 
Hemingway aslında tam bir "güneşli yaz çocuğu." Dünyaca ünlü sıradışı 
yazar  temmuzda  doğdu,  gene  temmuzda  öldü.  Ama  zaman  zaman 
hayatının ayrıntılarıyla değil, sarsıcı intiharıyla değil,  ölümünden sonra 
kitaplarının  başına  gelenlerle  gündeme  geliyor.  Zira  vârisleri  kendi 
aralarında fena halde çatışmaktalar. 
   
Bir işadamının vârisleri, onun fabrikaları ya da malları için kapışır. 
Bir  emlak  zengininin  vârisleri,  merhumun  arsası  veya  evleri  için 
birbirine girebilir. Peki ya bir yazarın vârisleri ne yapar? Onlar da bazen 
kelimeler  için  kapışırlar.  Kiminin  çıkardığı  bölümleri,  kimi  akrabalar 
geri  koymak  ister.  Vârislerin  ellerinde  yazarın  kitapları  değişim  üstüne 
değişim  geçirir.  Yeni  baskılar  eskileri  tutmaz  bazen.  Araya  editörler, 
yayıncılar, eleştirmenler girer. Okurlar da tartışmaya dahil olur. Ve tüm 
bu  kelime  savaşları  yaşanırken  yazarın  kemikleri  çürümeye,  namı  ise 
yürümeye devam eder. 
   
 
 
   
Yeni  basılan  Ernest  Hemingway  kitaplarından  bazı  kısımlar 
çıkartıldı.  Aile  üyeleri  hangi  bölümlerin,  hangi  kelimelerin  yeni 
baskılara  konacağı  konusunda  mahkemelik  durumda.  Mesela  
Moveable Feast kitabının yeni kopyası, eskisinden farklı. Zira bu kitabın 
editörlüğünü  Hemingway'in  torunu  yaptı.  Ve  kitapta  kendi  anneannesi 
(Hemingway'in  ikinci  eşi  olan  kadın)  hakkında  yapılan  yorumları 
beğenmediği  ve  bunların  kitabın  aslında  olmadığına  inandığı  için  bu 
downloaded from KitabYurdu.org

36 
 
kısımları çıkardı, sansürledi. Bunu yapan torun bu haliyle kitabın şimdi 
daha  doğru  olduğunu,  zaten  dedesinin  anneannesi  hakkında  o  olumsuz 
bölümleri yayımlamayı asla düşünmediğini söylüyor. 
   
İddiasına  göre  Hemingway'in  dördüncü  eşi  olan  kadın,  bu  kitabı 
yazarın  ölümünden  sonra  bölük  pörçük  notlarından  derledi.  O  esnada 
yazarın eski eşine dair olumsuz notlarını da metne ekledi ve öyle yayına 
verdi.  Böylece  iki  ayrı  eşten  olan  çocuklar  ve  iki  farklı  yayınevi, 
Hemingway  kitaplarının  nasıl  basılması  gerektiği  konusunda  ciddi  bir 
fikir  ayrılığı  içindeler.  Yazarın  kendisi  hayatta  olsa  ne  derdi  kimse 
bilemiyor. Kim bilir belki de bu tuhaf kavgaya hiç karışmaz, sessizce ve 
muzipçe izlerdi bir köşeden. 
   
Düşünün,  hayatınızı  yazıya  adıyorsunuz.  Yazıya  ve  aşka.  Zeki, 
yaratıcı, dik kafalı, maceracı, çalışkan, gözlemci, dirençli, biraz da hırçın 
bir  tabiatınız  var.  Kadınları  seviyor,  ama  onlara  tahammül 
edemiyorsunuz.  Sık  sık  âşık  oluyor,  aşksız  ve  sevgisiz  yaşayamıyor, 
yalnız  kalmaya  dayanamıyor,  buna  rağmen  ha  bire  sevgililerinizi  terk 
ediyorsunuz.  Sevdiklerinizi  hem  çok  mutlu  hem  kahrediyorsunuz. 
Acıtmakta da, aşkta da, kavuşmakta da, ayrılıkta da biriciksiniz. 
   
Zaman zaman herkesten ve her şeyden kaçmak istiyor; yok olmak, 
toz  olmak,  hiç  olmak  istiyor;  toplumdan  bunaldıkça  yazıya 
sığınıyorsunuz. Kelimeler en değerli varlığınız. Harfler inci topları gibi 
ışıldıyor  parmaklarınızın  arasında.  Harflere  mücevher  muamelesi 
yapıyorsunuz.  Sevdiğiniz  kadınlar  sizden  elmas,  yakut,  pırlanta 
beklerken,  siz  onlara  harflerden  yüzükler,  kolyeler,  bilezikler 
takıyorsunuz. Dili "kullanmıyor", adeta dille dans ediyorsunuz. Her bir 
kelime için ayrı ayrı uğraşıyor, yazmayı delice seviyorsunuz. 
   
Ve  siz  bu  dünyadan  çekip  gittikten  sonra  kelimelerinize 
akrabalarınız  tarafından  el  konuluyor.  Hiç  görmediğiniz  torunlarınızın 
torunları,  kitaplarınız  hakkında  söz  sahibi  oluyor.  Vârisleriniz  gruplara 
ayrılıp, veryansın tartışıyorlar. Kitaplarınız iki grubun elinde uzun, ince 
downloaded from KitabYurdu.org

37 
 
bir ip gibi iki tarafından sündüre sündüre çekiştiriliyor. Kapanın elinde 
kalıyor. 
   
Hemingway  yaşasaydı  bir  öykü  çıkartırdı  bunlardan.  Kısa 
cümlelerle.  Yazarlık  formülü,  gazetecilik  mesleğinin  etkilerini  taşıyan 
bir  formüldü.  "Lafı  uzatmadan  kullan.  Kısa  paragraflar  kur.  Hep  canlı 
bir dili tercih et. Olumsuz değil, olumlu ifadeler seç." 
   
Buna inandı ve hep böyle yazdı. Ölümü de böyle kurguladı. Kısa, 
net, dolaysız. Hayatına son verecek tüfeği kendisi gidip seçti, dükkânda 
denedi,  satın  aldı.  Kimseye  bir  şey  hissettirmeden.  Edebiyat  tarihinde 
intihar  eden  epeyce  yazar  vardır,  ama  genellikle  kimse  tüfekle  intiharı 
seçmez. Hemingway bu anlamda da bir ayrıkotu olarak kaldı. 
   
Yaz çocuğuydu. Ama hayat boyu sonbaharda yaşadı. Amerika'da, 
Idaho'daki  mezar  taşında  şu  kelimelerin  yazması  tesadüf  değil:  "O  en 
çok sonbaharı sevdi..." 
   
downloaded from KitabYurdu.org

38 
 
   
 
   
   
downloaded from KitabYurdu.org

39 
 
   
     Yazarları Sevmeyen Yazarlar 
   
 
 
   
"Ne zaman bir başka yazarın başarısına tanık olsam, ben biraz daha 
öldüm"  demişti  Gore  Vidal,  müthiş  bir  dürüstlükle.  Çok  az  kişi  bunu 
böyle  samimiyetle  dillendirse  de,  her  yazar  kıskançtır.  Her  yazar  kendi 
dışındaki pek çok yazara öyle ya da böyle gıcık olur. Ama herkes bunu 
belli  etmez.  Kimileri  duygularını  saklar,  ipeksi,  pastel  renkli  tüller 
ardında;  kimileri  ise  dayanamaz,  ateş  püskürür  gibi  kelime  püskürür 
orda burda. Bu bir "derece meselesi"dir aslında. Kimimizde ayyuka varır 
kıskançlık,  kimimizde  minimumda  kalır.  Ama  hiçbir  yazarın 
kıskançlıktan  yüzde  yüz  arındığını  sanmam.  Kıskançlık  skalasında 
yüzde  1  ile  yüzde  99  arasında  bir  yerlerdeyiz  hepimiz.  Bu  yüzden  işte 
edebiyat  dünyasında  ne  kavga  eksik  olur,  ne  dedikodu.  Tesadüf  değil 
yazarların  birbirlerini  bırakın  sevmeyi,  okumaya  bile  tenezzül 
etmemeleri. Bir yazar kıskandığı bir başka yazarı katiyen okumaz. Öyle 
biri  yokmuş  gibi  davranır.  Romancılar  birbirlerinin  romanlarını,  şairler 
birbirlerinin  şiirlerini,  kısa  öykücüler  birbirlerinin  öykülerini 
okumamakta  ısrar  ve  sebat  ediyorlarsa,  dikkat  buyurun,  oralarda  sinsi 
sinsi dolaşmaktadır kıskançlık kedisi. Patilerinde siyah mürekkep! 
   
Belki  diyeceksiniz  ki  bu  her  meslekte  böyle.  Ama  yazarların 
kıskançlığı  başka  bir  şeye  benzemez.  Zira  yazarlık,  pek  çok  mesleğin 
aksine  tek  başına  yürütülen  bir  uğraş.  Ne  bir  ofis  var  ortada,  ne  mesai 
saatleri, ne çalışma arkadaşları. Yazının insanı asosyalleştiren bir mayası 
var.  Fazla  çekilirsen  içine,  yabani  bir  rüzgâra  kapılır  gibi  kapılırsın 
hayallere. Kâğıt, sudan bir aynaya dönüşüverir o zaman. İnsan yazdıkça 
yolculuk yapar kendi ruhuna, bireyin hallerine. "Biz" duygusuyla değil, 
"ben" dürtüsüyle yazar edebiyatçı. Kendini Tanrı zanneder. Tüm bunlar, 
downloaded from KitabYurdu.org

40 
 
genel olarak edebiyatçıların "şişkin ego" sahibi olma riskini artırır. 
   
Örnekler  o  kadar  çok  ki...  Mark  Twain  ile  William  Faulkner 
arasındaki  atışmalar  unutulmazdır.  Koskoca  iki  yazar  ne  demeye 
birbirleriyle  bu  kadar  uğraşmışlar  bilinmez,  ama  aralarındaki  kelime 
savaşı  feci  boyutlarda  yaşanmıştı.  Faulkner,  Mark  Twain'i  pespaye  bir 
yazar olarak değerlenip, onun Amerika'da değil de Avrupa'da yaşasaydı 
asla  bu  kadar  ünlenemeyecek  dördüncü  sınıf  bir  yazar  olduğunu 
söylemişti.  Sevgili  Virginia  Woolf  kıskançlığın  erkeklere  has  bir 
rahatsızlık olmadığının iyi bir örneğidir. Pek çok yazar hakkında dikenli 
sözler  sarf  ettiği  gibi,  Somerset  Maugham'ı  "cani  kılıklı,  fare  suratlı, 
sokakta görsem korkacağım türden bir adam" olarak nitelendirmişti. 
   
J.  K.  Rowling'in  tüm  dünyada  yankılar  uyandıran  Harry  Potter 
serisi  çıktığında  onu  en  çok  diğer  yazarlar  yerden  yere  vurdu.  Harold 
Bloom  bu  kitapların  insanları  aptallaştırdığını  (ve  bir  anlamda  gene 
aptallar tarafından okunduğunu) ima eden ağır bir yazı kaleme aldı. Tom 
Wolfe,  edebiyatın  iki  ünlü  ismi  John  Irving  ve  John  Updike'ı  "yaşlı 
bunaklar"  diye  eleştirip,  bir  kalemde  harcadı.  Norman  Mailer,  Tom 
Wolfe'un  700  sayfalık  romanının  500  sayfasının  gereksiz  olduğunu 
söyledi. Atsan da olur... 
   
Bir  başka  meşhur  kapışma  Paul  Theroux  ile  Nobel  ödüllü  V.  S. 
Naipaul arasında yaşandı. Üstelik ikili vaktiyle arkadaştı. Ama 1996'da 
dananın  kuyruğu  koptu.  O  sene  ikisi  de  aynı  festivalde  konuşmacıydı. 
Beraber  sahneye  çıktıklarında  birbirlerinin  yüzüne  dahi  bakmadılar. 
Naipaul,  Theroux'yu  kendi  sırtından  şöhret  kazanmaya  çalışmakla 
suçladı.  Theroux  da  ağır  bir  yazı  yazıp,  Naipaul'u,  ırkçı,  ukala,  bencil, 
kendisinden başka kimseyi sevmeyen, insanları kullanıp kenara atan biri 
olarak tanıttı. 
   
Türk  edebiyatının  divası  Halide  Edib  Adıvar  hemcinsi  yazarlara 
karşı önyargılıydı. Bırakın onlarla beraber üretmeyi, ortak işler yapmayı, 
dayanışmayı,  varlıklarını  dahi  görmezden  geldi.  İlginçtir,  başta  Mor 
downloaded from KitabYurdu.org

41 
 
Salkımlı Ev olmak üzere yazılarında dönemin erkek entelektüellerini ve 
kimlerden nasıl etkilediğini anlattığı halde, kadın yazarları hep es geçti. 
Başta  Fatma  Aliye  Hanım  ve  Emine  Semiye  Hanım  gibi  kıymetli 
kalemleri  atlayıverdi.  Oysa  bu  kadın  yazarlarla  aynı  gazetede  yazdığı, 
aynı şehirde yaşadığı ve aynı sorunlarla baş ettiği düşünülürse, o kadar 
çok ortak noktaları vardı ki... Görmek bile istemedi. 
   
Geçenlerde bir müzisyen arkadaşım aradı, şöyle bir laf etti: "Yahu 
bu  hafta  bir  şiir  gecesine  katıldım,  kendimi  edebiyatçıların  arasında 
buldum. Başka yazarların aleyhine durup durup bir sürü laf ettiler. Sen 
de bolca aldın nasibini bu sözlerden. İnanamadım. Gereksiz yere ha bire 
laf  geçirmeler...  Orada  olmayan  insanlar  hakkında  atıp  tutmalar..." 
Gülümsedim.  Bir  şey  demedim.  Ne  söyleyebilirim  ki?  Bizim  âlemler 
öteden  beri  böyledir.  Ben  de  dahil,  o  da  dahil,  hepimiz  işte,  hepimiz... 
Ne zaman bir başka yazarın başarısına tanık olsak, biraz daha ölürüz biz. 
Çok azımız bunu bu şekilde itiraf edebilsek de... 
   
downloaded from KitabYurdu.org

42 
 
   
 
   
   
downloaded from KitabYurdu.org

43 
 
   
     Gül Bahçesi Evlilik 
   
 
 
   
İnsanlığın icat ettiği en zor kurumdur evlilik. Aksini söyleyenlere 
sevecenlikle  gülümse,  ama  sakın  inanma.  Kırmızı-pembe  bir  gül 
bahçesidir  ya  evlilik,  goncası  kadar  dikeni  de  boldur.  Unutursan  bunu, 
anında  hatırlatır;  dikenlerini  batırıverir  parmağına.  Ve  sen  bu  kadar 
uysal  ve  yumuşak,  doğal  ve  parlak  görünen  bir  bahçenin  nasıl  olup  da 
böyle  sivri  ve  sert,  gölgeli  ve  köşeli  çıkabildiğine  hayret  edersin  içten 
içe. Öğrenirsin. Öyle ya da böyle, er ya da geç, kurallarını öğretir evlilik. 
Gül  bahçesini  gördüğü  halde  ortada  hiç  diken  yokmuş  gibi 
gülümseyenler, 
bu 
kurumu 
gereğinden 
fazla 
cicileştirip 
romantikleştirenler, ya "taze evliler"dir ya da "gönüllü gafiller." 
   
Bir labirent şeklinde inşa edilmiştir gül bahçesi. İç içe dönemeçler, 
çıkmaz  sokaklar,  beklenmedik  sapaklar...  bilmece  içinde  bilmece... 
Saptığın  her  yol  seni  labirentin  daha  da  içine  sokar.  Merkezine. 
Göbeğine. Öyle bir hal alır ki en nihayetinde, bu labirente ne zaman ve 
nasıl  girdiğini  bile  hatırlamaz  olur;  geri  dönüş  yollarını  hepten  yitirip 
kaybolursun.  Bu  arada  "eski  sen"  en  bekâr,  en  genç  ve  toy  halinle 
labirentin dışında bir duvar dibinde sessizce bekler. Elinde solmuş beyaz 
çiçekler.  Yüzünde  mahzun  bir  ifade.  Bekler  ki  hatırlayasın.  Bekler  ki 
geri dönesin. Bekler ama nafile... 
   
Zira  "dış  dünya"  diye  bir  ihtimal  artık  kalmamıştır  labirentin 
içindekine. 
   
İnsanlığın  icat  ettiği  en  karmaşık  kurumdur  evlilik.  İpte 
cambazlıktır.  Elinde  mavi  kurdeleli  sırık,  ince  bir  ip  üstünde  dengede 
durmaya gayret ederek yürürsün adım adım. Hem böyle boncuk boncuk 
ter içinde dengede durmaya çalışmak hem de etrafa bir şey çaktırmamak 
downloaded from KitabYurdu.org

44 
 
zordur  ki,  hem  de  nasıl.  İdare  etmek  sanatı  üzerine  kuruludur  evlilik. 
Kadın  erkeği,  erkek  kadını,  gelin  kaynanayı,  görümce  görümceyi, 
aktörler  aktörleri...  idare  eder.  Tavizler,  dengeler,  sessiz  sitemler. 
Birikmiş,  ama  dışa  vurulmamış  öfkeler.  Kabuk  tutmuş  yaralar.  Azıcık 
kaldırsan  kabuğun  ucunu,  tazeymiş  gibi  hemen  kanar.  İnce  diplomasi, 
hassas terazi... 
   
Bir gram kadının kefesine koyunca, anında bir gram daha koymak 
lazım erkeğin kefesine. Mutfakta yemek yapmak için kullanılan tüy gibi 
teraziler  bile  evliliğin  terazisi  kadar  hassas  değildir.  Orada 
mikroorganizma günahlar tartılır. 
   
Çoğu  evli  insanın  zihninin  çekmecesinde  sakladığı  bir  defteri 
vardır. Muhasebe ve muharebe defteri! Tüm hatalar ve ihmaller, kusurlar 
ve  eksikler  satır  satır  oraya  yazılır.  Bakkal  defterinden  beterdir  evli 
çiftlerin  gizli  defterleri.  Hırpalanmış,  sararmış  sayfalar.  Bir  gün  açığa 
çıkmayı  bekleyen  kargacık  burgacık  ve  çapraşık  notlar.  Öyle  zamanlar 
vardır ki dişe diş, göze gözdür evlilik. Hamurabi Yasaları. "Madem sen 
bana  bunu  dedin,  ben  de  sana  şunu  derim..."  Beş  gram  bu  kefeye,  beş 
gram  ötekine.  "Sen  benim  annemi  istemezsen,  ben  de  seninkini 
ötelerim..." 
   
Evli olan bizler biliriz tüm bu ince ayarları. Bilir ama ne tuhaftır ki, 
bilmezden  geliriz.  Etrafımızdaki  her  bekâr  kadın  ve  her  bekâr  erkeğe 
ısrarla  evlilik  propagandası  yapar,  illaki  bir  an  evvel  onların  da  başını 
bağlamak  isteriz.  Zaman  zaman  işi  iyice  abartır;  açık  açık  baskıda 
bulunuruz.  "Ee  yetti  ama,  sana  da  birini  bulalım  artık..."  Kaçınılmaz 
sondur: Bekâr birinin varlığı etrafındaki evlilere dert olur. Hiçbir bekâr 
insanın,  böyle  bir  heyecan,  azim  ve  tutkuyla  kalkıp  da,  evli  bir 
arkadaşının  evliliğini  sonlandırmak  için  uğraştığı  görülmemiştir. 
Halbuki  evli  çiftler  nedense  bekâr  arkadaşlarını  bir  an  evvel  evlilik 
labirentine  sokmayı  üzerlerine  vazife  bilir.  Adeta  bekârlık  denilen  şey 
toplum  ve  çevre  tarafından  sonlandırılması  gereken  bir  çocukluk 
downloaded from KitabYurdu.org

45 
 
hastalığıdır.  Kabakulak  ya  da  kızamık  gibi  bir  şey...  Hani  bir  dönem 
yakalanabilirsin. Normaldir. Ama bir an evvel iyileşsen iyi edersin... 
   
Herkesin  çiftler  halinde  dolaştığı,  ilişkilerin  kurumsallaştığı 
ortamlarda  bekâr  biri  mızıkçının  teki,  düpedüz  oyunbozucudur.  Bu 
yüzdendir  ki  evli  çiftler  gönüllü  çöpçatanlık  büroları  gibi  çalışır. 
Komisyonsuz,  bedelsiz,  haftada  yedi  gün,  günde  24  saat  etraflarına 
hizmet  verirler.  Hele  öyleleri  vardır  ki  işi  gücü  bırakır,  hangi  bekâr 
arkadaşını  hangi  bekâr  arkadaşıyla  tanıştıracağının  çetelelerini  tutar. 
Çevreyi  genişletmek,  adayların  sayısını  artırır.  Sırf  bu  yüzden  kolay 
kolay arkadaşlık etmeyeceği insanlarla canciğer kuzu sarması takılanlar 
vardır.  Beğenilen  bir  aday  çıkarsa  hemen  bekâr  dosta  haber  verilir: 
"Biriyle  tanıştık,  harika,  muhakkak  tanımalısın..."  Beriki  yazık,  "Gidin 
işinize  kimseyle  tanışamam,  hem  ben  hayatımdan  memnunum"  diye 
bekârlığını  savunmaya  çalışır.  Başaramaz.  Mizansenler  yapılır. 
Yemekler  ayarlanır.  Yapay  randevular.  İte  kaka.  İte  kaka.  Yeter  ki 
bozulmasın gül bahçesinin itibarı. Kimse kalmasın duvarların dışında... 
Oyundur  ya,  herkes  bilir  oyun  olduğunu,  gene de  hevesle  oynanır  işte. 
Bu  toplumda  bekârlar  özenle  ayıklanıp  tek  tek  avlanır.  Çocukluk 
hastalıkları  geçmek  zorundadır.  Suçiçeğinden  geriye  en  fazla  belli 
belirsiz bir iz kalır. 
   
Elimizde  fenerler,  yürüyoruz  gül  bahçesinin  içinde.  Her  şeye 
rağmen şikâyetçi değiliz. Artısı eksisinden fazla. Gül bahçesi ne de olsa. 
Güzel manzara, hoş rayiha. Gene de bazen aklımıza esiveriyor. Efsanevi 
aşklar  yaşamak  istiyoruz  içten  içe.  Rapunzel'in  saçlarından  büyülü 
kuleye  tırmanmak  ya  da  beyaz  atlı  prensin  atının  terkisine  atlayıp 
doludizgin  gitmek  istiyoruz  belirsizliğe.  Mutfakta  tencere  yemekleri 
yaparken, gözlerimizi kapatıp hayaller kuruyoruz. Dolmalarımıza pirinç 
ve  tuz  kadar  içimizde  ukde  kalan  aşkları  da  dolduruyoruz.  Akşam 
kocalarımız  eve  gelince  "Eline  sağlık  hanım"  diyor.  "Ne  var  bunun 
içinde?"  Gülümsüyoruz.  Hayallerimizi  kurumasınlar  diye  buzdolabı 
downloaded from KitabYurdu.org

46 
 
poşetlerine  koyuyor,  ağızlarını  sıkı  sıkı  kapatıyoruz.  Taze  taze 
bekliyorlar buzluklarımızda... Donmuş donmuş bekliyorlar. 
   
Çelişkiler yumağı insan... çelişkiler yumağı her evlilik... 
   
Bilmem  ki  buralardan  geçip  de  dikeni  de,  gülü  de  aynı  anda 
hissetmeyen var mıdır bu kırmızı-pembe bahçede? 
   
downloaded from KitabYurdu.org

47 
 
   
     Leyla Hanım'ı Kim Alacak? 
   
 
 
   
Sene  1926.  Haftalık  Mecmua  o  güne  kadar  duyulmamış  bir  anket 
başlattı:  "Leyla  Hanım'ı  Kim  Alacak?"  Kurguya  göre  saygın,  nezih  ve 
varlıklı bir İstanbul ailesinin biricik kızları olan Leyla Hanım'ın evlenme 
yaşı gelmişti. 
   
Son  derece  güzel  ve  ahlak  bakımından  emsalsiz  diye  nitelenen 
Leyla  Hanım,  bir  türlü  kiminle  evleneceğine  karar  veremiyordu.  On 
dokuz  yaşında  olup,  evde  kalması  an  meselesi  olduğundan,  dergi, 
okurlarına  "yardım"  çağrısı  yapıyordu.  Damat  adaylarını  okurlara  uzun 
uzun tanıttıktan sonra birini seçmelerini istiyordu. Anket 17 sayı sürdü. 
Ve  umulanın  ötesinde  bir  ilgiyle  karşılandı,  9  500'ün  üzerinde  cevap 
geldi.  O  güne  kadar  hiçbir  yayına  bu  kadar  ilgi  gösterilmemişti. 
Anlaşılan  yeni  Cumhuriyet'in  vatandaşları  işi  gücü  bırakmış,  hiç 
tanımadıkları Leyla Hanım'a münasip bir koca aramaktaydı harıl harıl. 
   
Ankette  belirtilen  koca  adayları  dönemin  "erkeklik"  kodlarını 
göstermesi bakımından son derece ilginç. Değerli tarihçi Zafer Toprak'ın 
belirttiği gibi "yarışmada erken Cumhuriyet'te revaç bulan mesleklerden, 
her  yaştan  ve  tabakadan  talipler  tanımlanmıştı."  Toplam  on  adet  aday 
vardı.  Bir:  Yakışıklı  doktor  Necmettin  Şükrü  Bey.  (Ankete  göre  tek 
olumsuz  yanı,  zührevi  hastalıklar  doktoru  olması  ve  gün  boyu  "kötü" 
kadınları muayene etmesiydi.) İki: Dava vekili Talat Şevki Bey. Ailenin 
hukuk  işlerine  bakıyordu.  Dürüst  ve  güvenilirdi.  (Falsosu:  Henüz 
yükselmemişti.)  Üç:  Genç  diplomat  Nusret  Reşit  Bey.  Hali  vakti  iyi, 
tahsili mükemmeldi. (Falsosu: Leyla Hanım'ı alıp uzaklara götürecekti.) 
Dört:  Türk  ordusundan  Selami  Bey.  Cihan  Harbi'nde,  nice  cephede 
kahramanlıkları  görülmüştü.  (Falsosu:  Yaşça  Leyla  Hanım'dan  epeyce 
downloaded from KitabYurdu.org

48 
 
büyüktü.) Beş: Tüccar Kürkçüzade Rıfat Bey. O günün şartlarında dahi 
birkaç milyon lirası vardı. (Falsosu: Nasıl kazanıldığı  belli olmayan bir 
birikime  sahipti.  Eskiden  ambar  memuruyken  birdenbire  paralanmıştı.) 
Altı:  Ünlü  yazar  Şinasi  Hikmet  Bey.  Güler  yüzlü  ve  zekiydi.  Çok 
okunan  bir  yazardı.  (Falsosu:  Altı  üstü  gazeteciydi!)  Yedi:  Mebus 
Muhtar Fevzi Bey. Avrupa'da eğitim görmüştü. Büyük ihtimalle yakında 
vekil  olacaktı.  (Falsosu:  Yok!)  Sekiz:  Profesör  Fuad  Hüsameddin  Bey. 
Darülfünunda  bir  kürsü  sahibiydi.  İnce  ruhlu,  kültürlü  ve  birikimli  bir 
insandı.  (Falsosu:  Kitapları  fazla  sevmesi.)  Dokuz:  Yakın  akrabadan 
Ekrem  Bey.  Leyla'nın  annesinin  dayısının  oğluydu.  Zaten  gençler 
beraber  büyümüşlerdi.  Çok  iyi  tenis  oynar,  ata  binerdi.  Robert  Kolej 
mezunu ve bankacıydı. (Falsosu: Yok!) On: Musikişinas Ercüment Baha 
Bey. Milli operalar besteliyor, çok güzel keman çalıyordu. (Falsosu: Ne 
de olsa "çalgıcı" idi!) 
   
Yurdun dört bir köşesinden cevaplar yağdı. Peki genç ve dinamik 
Türkiye Cumhuriyeti'nin okurları hangi adayı seçtiler dersiniz? 
   
Kadın  okurlardan  en  fazla  oyu  Kürkçüzade  Rıfat  Bey  aldı. 
Anlaşılan adam çalıp çırpmış da olsa, helali hoş olsun diye düşünüyordu 
niceleri. Zaten tüccar olması başlı başına bir iltifattı. Cumhuriyet erken 
dönemde  ticaretin  geleceği  parlak,  tüccar  koca  adaylarının  şansı  daha 
fazlaydı.  Ancak  genele  bakıldığında  Ekrem  Bey'i  seçenlerin  oranı  da 
hayli  yüksekti.  Ekrem  Bey'in  akrabadan  olması  kadar,  bankacılığı  da 
bunda rol oynamıştı. Hem "eloğlu" değil, hem de yeni ulus-devletin en 
geçer  akçe  mesleklerinden  birini  yürütüyordu:  Banka  yöneticiliği.  Son 
olarak, dönemin bir başka gözde mesleği: Mebusluk. Fevzi Bey de epey 
oy toplamıştı. 
   
Okurların gazeteci, sanatçı ve profesör koca adaylarını bir çırpıda 
elemelerine  bakılırsa  o  günden  bugüne  pek  fazla  şey  değişmemiş 
memlekette. Entelektüel birikim ve yazı ve sanat o zamanlarda da, tıpkı 
bugün  olduğu  gibi  hor  görülüyormuş.  Bu  arada  Gelibolu'dan  yazan  bir 
downloaded from KitabYurdu.org

49 
 
okur,  soruya  soruyla  karşılık  vermiş:  "Bir  kere  de  Leyla  Hanım'a 
sordunuz mu?" 
   
downloaded from KitabYurdu.org

50 
 
Yüklə 2,04 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   15




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©www.azkurs.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin