01 tutunamayanlar



Yüklə 1,87 Mb.
Pdf görüntüsü
səhifə6/43
tarix02.01.2022
ölçüsü1,87 Mb.
#37691
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   43
oc49fuz-atay-tutunamayanlar

The Tragic Aspect

Kâğıtların arasından küçük sarı kartonlar düştü, üstlerine

daktiloyla birer satır yazılmış kartlar. Turgut, gülümseyerek:

“Beylik cevap kartonlarım benim.” dedi. “Bunları da sakla-

mış.” Her kart, içine ancak bir cümle sığacak büyüklüktey-

di. Turgut, sıkıntılı olduğu zamanlar sorulara cevap vermez,

bu kartlardan birini uzatırdı:

100



Daha gelmedi

Bir de kantine bak

Bugün yeni fıkra yok

Ben ne bileyim ulan (en çok kullanılan kart)

İğneyle tutturulmuş bir tomar: İktisat Notları. Birinci Bö-

lüm:  Üretim  ve  Üretim  Araçları.  Turgut  tomarı  yatağa  bı-

raktı.  Ders  notlarından  sayfalar,  “Felsefe  hakkında”,  “Sha-

kespeare  ve  Hamlet  üzerine  bir  Türk  gencinin  düşüncele-

ri”... Hepsi bir arada. Son kâğıdı aldı:

“to  be  or  not  to  be”,  “yaşamak  mı  ölmek  mi”  yerine  “ol-

mak ya da olmamak” şeklinde çevrilmeliydi. Yazar burada,



“to be” ile bütün olumlu eylemleri, “not to be” ile de bütün

olumsuz  eylemleri  ifade  etmek  istiyor.  Bunu,  olumlu  ey-

lemlerden sadece biri olan yaşamak ve olumsuz...

Turgut  bu  yazıyı  da  okuyamadı.  Kâğıdı  elinde  sallamaya

başladı. Şarkısı yarıda kaldı; aklı da karıda kaldı. Kâğıdı çe-

virip arkasına baktı. Sık yazılmış satırlar... Ortasından oku-

maya başladı:

Araştırma gücüyle yola çıkan insanın, bugün kendi çöze-

mese de, yarınki kuşaklara miras bırakacağı meselelerle uğ-

raşmaması, ardından belgeler bırakmaması ne kadar yazık.

A. kasabasına iki aylık bir iş için gitmiştim. Orada, otelin

lokantasında  rastladığım  garip  bakışlı  bir  adam:  “Türki-

ye’de çok sayıda monografi yazılması gerekli,” demişti. Ben

yemek  yerken,  hiçbir  şey  yapmadan,  yanımdaki  masada

oturuyordu. Bana bakıyordu. Bakışları rahatsız etti beni. Bu

adamı  bir  yerden  tanıyordum.  Birden  yüzüme  bakıp  gü-

lümsedi. Onu nereden tanıdığımı bulamadım bir türlü. Ge-

nede  masasına  gittim.  O  kadar  yalnızdım  ki.  Uzun  uzun



101


konuştuk. “Bir işle severek uğraşan her insan, özentiye ka-

pılmadan,  karşılaştığı  güçlükleri,  uyguladığı  metotları  ve

görüşlerini  yazmalı.  Düşünün  bir  kere.  Çeşitli  konularda,

böyle  binlerce  monografi  yazılmış  olsa...”  Konuşma  tarzı,

bana çocukluk yıllarımın olumsuzluk meleği Nihat Ağabe-

yi hatırlattı. Nihat Ağabeyden bir yerde muhakkak bahset-

meliyim.

Turgut  saatine  baktı.  Yavaşça  yataktan  kalktı.  Kâğıtları

topladı, çekmeceye yerleştirdi. Çekmeceyi kilitledi; anahta-

rını,  kütüphanenin  üstünde  duran  bir  vazonun  içine  attı.

Perdeyi  kapadı.  Gene  geleceğim.  Evden  çıkarken,  Müzey-

yen Hanıma: “Üzülmeyin, gene geleceğim,” dedi.



7

Turgut,  önünde  durduğu,  uzun  ve  iki  katlı  binaya  yorgun

gözlerle baktı. Yataklı vagonda pek iyi uyuyamamıştı. Otele

gidip biraz yatsam... Öğleden sonra gelsem... mi? Hayır, bu

sıcakta öğleden sonra kimseyi bulamam. Binaya tekrar bak-

tı.  Pencereler,  pencereler.  Külrengi  külrengi,  serpme  sıva...

ağır ve çiçek bozuğu kütle; keskin Ankara güneşi, çirkinliği

kuvvetlendiriyor.  Nasıl  kaldıralım  bu  yığınları  ortadan?

Hakkınız yoktu buna: bizi zevksizliğinize mahkûm etmeye.

Pürüzlü kütleye isteksizlikle baktı: içeriye girsem mi? Gir-

me diyor büyük kapı; girme yutarım seni. Yut bakalım. İste-

diğimi  koparacağım  senden.  Vızgelir  bana  hademeleriniz,

evrak  ve  kayıt  odanız,  bekleyin  şimdi  gelir  efendimleriniz;

vızgelir bana De Gaulle hakkında yorumlarınız. İkinci kat-

ta... sağa sapmayın sola sapın... koridorda soldan ikinci ka-

pı... Kılığımı iyi buldu da bana “hemşerim” demedi neyse.

Ne demiş Cenap Şehabettin: “Güzel bir kıyafet iyi bir tavsi-

ye mektubu..” fecri âti fecaati...

“Teknisyenler”  odasının  kapısını  vurdu.  Neden  kapıyı

102



vuruyorsunuz? İçerde gizli bir iş mi görüyorlar? “Affedersi-

niz,  Süleyman  Kargı’yla  görüşebilir  miyim?”  Genç  ve  yor-

gun  memur  anlamaz  gözlerle  suratına  baktı.  Dokuzunda

kocamış. “Kim? Ne istiyorsunuz?” İsmi tekrar etti. “Yok be-

yim burada böyle biri.” Yandaki masada oturan memur atıl-

dı:  “Kim  dediniz?”  “Süleyman  Kargı.”  “Eski  kadrodan  ol-

masın. İki yıl önce bu şubenin elemanları değişti de.” Tur-

gut,  yeni  ihtimallerin  yorgunluğunu  duydu  içinde.  “Bilmi-

yorum,” dedi. “İki yıldır buraya Süleyman diye biri gelme-

di. Yalnız, yazı işlerinde Süleyman diye bir memur var ama

onun  da  soyadı  Yurttut.  O  olmasın  sakın?”  Nasıl  olur?  İs-

teksiz  bir  sesle:  “Hayır,  değil,”  dedi.  “Öyleyse  yok.”  İşte  o

da  başını  çevirdi.  İnsanı  ortada  bırakırlar.  Memur  onu  he-

men  unutmuştu;  karşısındaki  taşeron  kılıklı  adamı  paylı-

yordu: “Sen daha demirlerin hepsini koymamışsın ki beto-

nu  dökeyim  diye  sızlanıp  duruyorsun.  İki  gün  evvel  ben

uğradım  şantiyeye.  Sen  yoktun.”  “Beyefendi,  taksi  tuttum;

kapıda  bekliyor.  Beş  dakikada  gider  geliriz  vallahi.”  Bizim

dert  ortakları.  “Ben  bilmez  miyim  bu  saatte  trafiği?  Bu  sı-

cakta gidemem şimdi. Sabah erken gelseydin.” Turgut, yaşlı

suratlı genç adama: “Acaba, eski kadrodakileri tanıyan biri

var mı dairede?” diye soracak oldu. “Bilmem.” Önüne eğil-

di,  Toprakspor  Altındağ’a  bir  sıfır  koydu.  Yazı  işlerine  git-

meli. Evrak memurları buranın eskisidir. Onlar belki bilir-

ler. Patronun işine koşarım olmazsa. Adam, öğleden sonra

gel dedi ama belli olmaz. “Bir kat aşağı inin. Girişin hemen

yanında.”

“Süleyman  Kargı?  Süleyman  Kargı?  Bilmeliyim  muhak-

kak. Dört beş sene önce mi dediniz? Hangi dört beş sene be-

yefendi iki ay sonra tam on yedi sene bitiyor. Teknisyen de-

diniz. Sizin yanınızda mı çalışmıştı?” “Hayır çalışmadı. Özel

bir  iş  için  arıyorum.”  “Evet!  Teknisyen  demiştiniz.  O  za-

manki tabiriyle fen memuru.” Selim Işık çalışırken bu daire-

103



deymiş; aynı odada bulunuyorlarmış. Hatırladınız mı asteğ-

men, yedek asteğmen Selim Işık. Uzun boylu, zayıfça. Siyah

saçlı.  “Onları  bilemeyeceğim  işte.  Her  yıl  gelirler.  Bir  sürü

asteğmen. Az da kalırlar. Biliyorsunuz canım; siz de askerlik

yapmışsınızdır.” Gözlerini çelik dolaba dikti: “Sağ olsun, Re-

fik Sorgan Albay, o zaman binbaşıydı. Sizden iyi olmasın çok

iyi  adamdır.  Allah  selamet  versin,  bir  gün  dayanamadı,  ‘Bu

asteğmenler nerede?’ diye bir bağırış bağırdı koridorda: he-

pimiz odalarımızdan fırladık. ‘Bu kadar ivedi iş varken nere-

ye gidiyor bunlar?’ diye tepiniyordu. Fen memuru biri vardı.

Fen  memuru  dediniz  de  aklıma  geldi.  Uzun  kır  saçlı  biri.

Başını kapıdan çıkarıp ‘Vazifedeler binbaşım,’ dedi. ‘Ben va-

zife mazife bilmem. Yarın sabah hepsini istiyorum.’ Allah si-

zi  inandırsın,  ertesi  sabah  hepsi  gelince,  değil  masa,  otura-

cak iskemle bulamadı çocuklar. Bir kısmı ayakta kaldı. Öğ-

leye kadar, koridorda dolaştılar, kapıların önüne dikilip dur-

dular. Refik Binbaşı geçerken, hepsi korkuyla odalara sığını-

yordu.  Ayakta,  ellerinde  evraklar...  biz,  hiçbir  şey  olmamış

gibi.... Dur yahu! Bu uzun saçlı fen memuru, senin aradığın

adam olmasın? Tamam! elbette.” Anlayışla gülümsedi: “Sü-

leyman  Kargı  tabii.  Feylesof  Süleyman.  Nereden  nereye?

Feylesof  Süleyman,  derdik  ona.  Boş  zamanlarda  durmadan

kitap  okurdu  ve  yazardı.”  Turgut’un  yüzü  aydınlandı.  Yeni

Harman paketini uzattı ihtiyar görünüşlü memura. Daha da-

ireye  girer  girmez  ihtiyarlıyorlar.  “Şimdi  nerede?”  diye  sor-

du.  “Etlik’teki  yeni  binada  onlar.  Kısım  şefi  oldu.  Çalışkan

çocuktur. Benden selam söyleyin. İbrahim Gülerce dersiniz.

Sarı İbrahim deyin, o anlar. Nasıl oldu da hemen hatırlaya-

madım? Halbuki..” Güneş ışığı altında tozluymuş gibi duran

sarı  kirpiklerini  kırpıştırdı.  “Süleyman  Kargı  ya..”  Artık  üç

gün kendine gelemez. Turgut, adamı kendi haline bıraktı.

“Selim  Işık...  okuldan...  arkadaşım...”  Turgut  kelimeleri

bulmakta  güçlük  çekiyordu.  Merdivenleri  koşarak  çıktığı

104



için  de  nefes  nefeseydi.  Bu  karşılaşmayı,  önceden  çok  dü-

şündüğü, hayalinde yaşattığı için, şimdi ne yapacağını nere-

den  başlayacağını  bilemiyordu.  Selim’in  adını  söyleyince,

Süleyman  Kargı’nın  gözlerine  bir  an  bakabilmişti.  Hayır,

bilmiyordu  Süleyman  Kargı.  Telaşı  içinde  bunu  anlar  gibi

oldu. Biraz sakinleşti. Hemen söylemese de olurdu. Başımı

hep böyle öne eğersem şüphelenecek. Fakat... aslında, söy-

lemeye, anlatmaya gelmedim mi buraya? Süleyman Kargı’ya

baktı: Selim gibi uzun boylu, zayıf, aynı yapıda. Gözleri bi-

raz  daha  büyük  olsaydı,  güzel  adam  denebilirdi.  Gene  de

yakışıklı. Bu, uzun ve karışık saçlı adamı nasıl şef yapmış-

lar?  Masasının  üstü  çok  düzenli;  ondan  olacak.  “Sizden

bahsederdi,”  dedi  Süleyman  Kargı’ya,  bir  şey  söylemiş  ol-

mak  için.  Aceleyle  ekledi:  “Dün  kâğıtlarımın  arasında  Se-

lim’in  terhis  teskeresini  buldum.  Oradan  öğrendim  hangi

dairede çalışmış olduğunu.” Süleyman Kargı, Turgut’a bak-

tı,  bekledi.  Turgut,  ağlayacağını  hissetti.  Ağlamadan  söyle-

mek istedi; kendine yabancı gelen bir sesle konuştu: “Selim

öldü,” dedi. “Kendini öldürdü.” Süleyman Kargı, sigarasın-

dan çektiği dumanı dışarı bırakamadı. Sonra, burun delik-

lerinden  çıktı  duman,  yavaşça.  “Nasıl  olur?...”  Elini,  sinir-

den  oynayan  ağzının  yanına  bastırdı.  “Anlamıyorum...  ne

olur... anlatın.” Turgut da anlattı. Süleyman Kargı’nın yaşlı

gözlerine bakamadı, bakarsa ağlayacağını sezdiğinden göz-

lerini  yere  dikerek  anlattı.  Söylemek  istediklerinin  hepsini

söyleyemeden  anlattı.  Arada,  Süleyman  Kargı;  “Allahım!

Nasıl  olur?”  dedi  sadece.  Turgut’un  sözleri  bitince  de  pen-

cereye  doğru  yürüdü,  başını  çevirdi.  “Selim  dost,”  dedi.

“Nasıl yaptın bunu..” sözlerini bitiremedi. Omzunu duvara

bastırarak  öylece  kaldı.  “Nasıl  yaptın  bunu  Selim  dost?”

Ağlıyordu. “Kim bilir ne güç gelmiştir sana bunu yapmak.

Allahım, nasıl izin verdin buna!” Turgut’a döndü yaşlı göz-

lerinden utanmadan. “Bilmezsiniz nasıl tanırdım onu.” Eli-

105



ne baktı: “Nasıl tuttun o soğuk şeyi...” Kelimeyi Turgut’un

bulmasını istiyormuş gibi onun yüzüne baktı, zorlukla söy-

ledi: “Tabancayı...” Derin bir soluk aldı: “Aylardır yazmadı

bana... yazamadı demek... Ben, kim bilir ne aptalca bir şey

yapıyordum o anda?” Turgut’u görmüyordu artık.

Süleyman Kargı, durmadan anlatıyordu: “Her şey çok iyi

başlamıştı. Şiir yazıyorduk mesela. Tozlu yollarda saatlerce

dolaşıyorduk. İçki içiyorduk ve tartışıyorduk. Bir keresinde

çok sarhoş oldu ve beni ilk gördüğü zaman hiç hoşlanma-

mış olduğunu itiraf etti. Öpüştük. Onu çok seviyordum ve

şımartıyordum.  Bazen  de  azarlıyordum  hiç  sebep  yokken.

Çok  gençti.  Bir  bakıma  çok  cesurdu  ve  aynı  zamanda  çok

çekingendi. Daha çok ben konuşuyordum. Dairedeki arka-

daşlar,  bu  durumu  görselerdi,  çok  şaşarlardı.  Yanımda  hiç

konuşmadan,  başı  önüne  eğik  yürümesine  dayanamıyor-

dum. Şimdi hiç dayanamıyorum. Onu elinden tutup gezdi-

ren bir büyüğüydüm sanki. Ondan sorumlu hissediyordum

kendimi. Selim de bu duyguyu, bana bilerek veriyor gibiy-

di.  Sorumluluğum  hoşuna  gidiyordu.  O  büyük  ve  insanın

içinde kaybolduğu şehirde onu çok üzmüşlerdi arkadaşları.

Fakat, gözlerime bakınca her şeyi unuttu ve affetti. Saçma-

lıyorum  galiba.  Güzel  ve  acıklı  şeyler  söylemek  istiyorum

oysa.” Elleriyle gözlerini sildi. “Artık, konuşmaya hiç hak-

kım kalmadı gibi geliyor...” Bir kurşunkalemi hırsla duvara

bastırarak ucunu kırdı. Alnını duvara dayadı. “Kim bilir na-

sıl canın yanmıştır Selim dost, gerçek dost.” Turgut’a dön-

dü:  “Bu  odaya  tahammül  edemiyorum.  Hiçbir  zaman  da

edemedim. Dışarı çıkalım.”

İnsanların  arasında  fazla  dolaşamadılar;  Süleyman  Kar-

gı’nın  evine  gittiler.  Selim  benden  başka  türlü  bahsetmiş

Süleyman Kargı’ya; yumuşak ve anlayışlı bir insandan bah-

seder  gibi  anlatmış  beni.  Dünya  değişiyor  çevrende  oğlum

Turgut. Ayak uyduramazsan kayboldun demektir. Dünyada

106



“Büyük  ve  güzel  şeyler  de  var”  demişti  bir  gün.  O  sırada

ben ne yapıyordum? Hiçbir güzelliğin içime girmesine izin

vermiyordum.  Öyle  miydim?  Hatırlamıyorum.  Turgut  sar-

hoş  gibiydi;  ne  yaptığını  bilmeden  kayıp  gidiyordu  sokak-

larda. Anlatılmaz bir duyguydu bu. Neye benziyorum aca-

ba?  Beni  kötü  yetiştirdiler  dostum!  Güzeli  ifade  gücünden

yoksun bıraktılar beni. Tıpkı filmlerdeki gibi diyebiliyorum

ancak. Ne acıklı değil mi?

Turgut  eve  girince  bir  koltuğa  yavaşça  yığıldı.  İnsan,  iki

gün falan böyle hissetse kendini, Dostoyevski’yi kıskandıra-

cak  eserler  yazar.  Değil  mi  Selim?  Turgut,  münasebetsizlik

etme.  Ederim  Selim.  Ben  artık  dünya  çapında  büyük  bir

adam oldum. Bir bilseler... Allahtan bilmiyorlar. Bir de bil-

selerdi...  Konuşturdun  beni...  yoruldum  işte.  Dehamı  kay-

bettim.  Hepinizi  mahkemeye  vereceğim.  Süründüreceğim

sizi, kendim de sürüneceğim. Daha beter olacağım.

Gördünüz mü, iki gün sürmez demiştim size. İki saat bile

sürmedi.


Gene de tatlı bir yorgunluktu bu. Süleyman Kargı sessiz-

ce yemek hazırladı mutfakta. Turgut da dalgın; bir şey dü-

şünemeden oturdu. Düzenli bir ev. Rendeli kalaslardan ya-

pılmış kütüphane; sararmış, ciltsiz kitaplarla dolu. Mobilya

olarak, bir iki tahta kenarlı koltuk, bir orta sehpası ve sarı

cilalı bir yazı masası... daktilo, kâğıtlar, kâğıtlar. “Bir kitapla

uğraşıyorum,”  diye  seslendi  mutfaktan.  Elinde  bir  tabak,

kapıda  göründü:  “Bütün  hayatımca  uğraştığım  bir  kitap.

Değiştirip  duruyorum.  O  kadar  uzun  sürüyor  ki  yazması;

bu  arada  sistemler  eskiyip  gidiyor.”  Yavaşça  yerine  döndü.

Bu odada oturdular; konuştular, konuştular... kitaplardan...

Süleyman Kargı’nın sesini duydu uzaktan: “Okur musunuz

Turgut?”  Çok  isterim.  “Pek  değil!”  diye  seslendi  mutfağa

doğru. “Selim anlatmadı mı?” “Efendim?” “Selim anlatmadı

mı  acıklı  durumumu,  dedim.”  Sofra  örtüsü  ve  tabaklarla

107



geldi.  “Bilmem.  Oblomov’u  nasıl  okuduğunuzdan  bahset-

mişti.  Heyecanlanmıştım.  Öyle  bir  anlatmışsınız  ki  kitabı

ona...  Onun  okumaya  ihtiyacı  yok,  derdi.”  Turgut,  yorgun

bir  gülümsemeyle:  “Cahil  Turgut’u  gizlemesini  iyi  bilirim.

Kimse anlayamaz,” dedi. “Bütün dünyayı kandırabilirim gi-

bi geliyor bana.” Ayağa kalktı, yazı masasını süzdü. “Ne ya-

zık  ki  bu  meziyetimle  çok  övünürüm.  Kendimi  ele  veri-

rim.”  Süleyman  Kargı  güldü;  “Bir  kadın  olsaydı  şimdi,

‘İnanmıyorum,’  derdi  size.”  Turgut  başını  kaldırdı:  “Bakın

bunu anlamam için, kitap okumama lüzum yok.” “Selim de

bunu ifade etmek istedi işte.”

Omlet  ve  patlıcan  kızartmasından  ibaret  yemek  güzeldi.

Yemekte  konuşmadılar.  Sonra,  Süleyman  Kargı,  sofrayı  iti-

nayla  topladı;  hemen  bulaşıkları  yıkadı.  Turgut’un  kurula-

masına izin verdi. Odaya döndükleri zaman: “Yemek ve bu-

laşık işlerinde titizimdir,” dedi. “Bunları bir zevk haline ge-

tirmezseniz,  çok  çabuk  bıkarsınız.”  “Bu  öğütü  nasıl  kulla-

nacağımı  pek  bilemiyorum,”  dedi  Turgut  elini  uzatarak.

“Yüzüğü görmüştüm. Heraclitus, her şeyin her an değiştiği-

ni  söylüyor  dünyada.”  “Bunu  uygun  bir  yerde  kullanırım

Heraclitus’u  tanıyormuş  gibi  yaparak.  İnşallah  bana  yalan

söylememişsinizdir.”  İki  erkeğin  anlaşması  başkadır  işte.

Birbirlerini  beğendiklerini  başka  türlü  ifade  ederler.  Yani,

bazı erkekler... Dikkat et oğlum Turgut; düşünmeye, yargı-

lara varmaya başlıyorsun. Meselenin ağırlığını omuzlarında

taşıyacaksın bu gidişle.

Kahvelerini  içerken  gene  bir  sessizlik  çöktü  üzerlerine.

Sigara  dumanları  arasında  birbirlerini  unuttular.  Bir  süre

sonra Turgut kalkması gerektiğini düşündü. Patronun işi...

diye gevşek gevşek düşündü. Kendini, iyileşmeye başlayan

bir hasta gibi hissediyordu. Yerinden kalkmak için davran-

dı. Süleyman Kargı: “Oturun,” dedi. Turgut, o gün yapması

gereken işlerden bahsetti, inandırıcı olmayan bir sesle. Sü-

108



leyman Kargı, elini havada yana doğru sallayarak Turgut’un

günlük iş endişelerini geriye itti. Turgut da, elinde olmayan

bir hareketle omuzlarını silkti. Sigara içmeye yeni başlayan

bir  ortaokul  öğrencisi  gibi  hissediyordu  kendini  Süleyman

Kargı’nın yanında; bunun dışında hiçbir şeyin önemi olma-

dığını bilen insan taklidi yapıyordu. Omuz silkiyordu. Bu iş

takibi  de  ne  oluyordu  canım!  Yeni  sigara  içen  çocuk  gibi

boğazının yandığını, gözüne duman kaçtığını gizlemeye ça-

lışıyordu. Bizim hayatımız... işte... böyle acılar ve... her za-

man... Buna oyun denemezdi. Sonunda sigaraya alışırdı in-

san. Süleyman Kargı da, sanki, ondaki bu değişikliğin geli-

şip  bir  yere  varmasını  bekler  gibi  susuyordu.  Turgut’u  ür-

kütmemeye çalışıyordu sanki. Turgut’a böyle geliyordu bel-

ki  de.  İşte  birdenbire  uzak  bir  konudan  söz  açmıştı:  “Ka-

dınlarla  aranız  nasıl,  Turgut?”  Yolculukta  tanışan  erkekler

de kısa bir süre sonra birbirlerine bunu sorarlar. Süleyman

Kargı, onu yanıltmak mı istiyordu? Konuşmadan önce de-

nemek  mi  istiyordu?  Selim  sevmezdi  böyle  soruları.  Nasıl

bilmezdi  bunu?  “Evliyim,”  dedi,  çekingenlikle  ve  gene

omuz  silkti  farketmeden.  Bir  omzuma  sahip  olamıyorum.

Bu omuz bana pahalıya mal olacak. “Benim biraz düşkün-

lüğüm var da,” dedi Süleyman Kargı. “Yoksa bu soruyu ya-

rın mı sorsaydım, ne dersiniz?” Bu adamın yanında, büyü-

müş hissediyordu kendini Turgut. “Her şey konuşulabilir,”

dedi, tanımadığı bir sesle. “Bunu nerede okumuş olmalıyım

size  göre?”  Süleyman  Kargı  güldü  beyaz  dişlerini  göstere-

rek. “Güldürmeyi iyi biliyorsunuz,” dedi; “Selim gibi.” Se-

lim’in seninle neden rahat olduğunu anlamaya başlıyorum,

Süleyman Kargı. “Bazı ortak metotlarımız vardı,” dedi. “Bir-

kaç basit esasa dayanır. Biraz dikkat edilirse, hepsinin aynı

kökten çıktığı görülür.”

Süleyman Kargı ayağa kalktı; hızlı adımlarla, odanın için-

de  dolaşmaya  başladı.  Turgut’un  önünde  durdu.  “Piyano

109



çalmayı çok isterdim,” dedi donuk bir sesle. “Şimdi piyano-

ya oturur, kelimelerle ifade etmekte güçlük çektiğim bütün

duygularımı, acılarımı tuşlara dökerdim. Bazen şiddetli, ba-

zen yavaş basardım onlara. Kim bilir ne ince ayrıntıları var-

dır  o  dokunuşların?  Kelimeleri,  daha  önce,  öyle  kötü  yer-

lerde kullanmış oluyoruz ki, kirletir diye korkuyoruz duy-

gularımıza  dokunursa.  Seslerin  başka  türlü  bir  dokunul-

mazlığı var.” “Ben de sayfalarınızı çevirebilecek kadar nota-

dan anlamak isterdim,” dedi Turgut aynı donuk sesle. Sonra

hemen  ekledi:  “Beni  durdurmazsanız  pişman  olursunuz.

Bir yerde bana dur demek gerekir.” Süleyman Kargı başını

salladı.  “Selim’i  de  durdurmazdım.”  Gülümsedi.  “Sizleri

durdurmak  mümkün  değildir.  İçinizden  devam  edersiniz

sonra.” Turgut: “Bizim metotu Selim size öğretmiş galiba,”

dedi. “Üstelik, bizim gibi ipin ucunu kaçırıp halının üstün-

de  yatmıyorsunuz  sonunda.”  “Gelin  bir  anlaşma  yapalım

Turgut: siz demeyi bırakalım karşılıklı. Böylece ben de ka-

dınlardan  bahsetme  fırsatını  bulurum  belki.”  Turgut:  “Öğ-

retmiş, öğretmiş,” dedi. “Sana da öğretmiş.” “Selim bir şey

bildiğini  sansın  da,  onu  başkasına  öğretmesin.  İmkân  var

mı  buna?”  “Hafızasını  da  bu  yüzden  kuvvetli  sanırlardı,”

dedi  Turgut  aceleyle.  Süleyman  Kargı  kitaplara  baktı:  “Ne

kadar  çok  şeyi  birden  aklında  tutardı  gerçekten.  Ona,  ge-

reksiz  bir  sürü  şey  bildiğini  söylerdim.  ‘Bir  yerde  lazım

olur,’ derdi. ‘Biz, harp çocuğuyuz. Hiçbir şeyi atamayız ko-

layca.  Ona  da  bir  müşteri  çıkar.’”  Birden  Turgut’a  döndü:

“Onun öldüğüne gerçekten inanıyor musun?” Turgut yerin-

de  sarsıldığını  hissetti.  “Bu  sözünü  hiç  unutmayacağım,”

dedi.

Selim’in ölümü gene odayı kapladı. Güneş tutulması gibi



bir şey. Kelimelerin dağıtamadığı bir ağırlık. Ona anlatmalı-

yım,  diye  düşündü  Turgut.  Sonra  bu  zamanı  konuşmadan

geçirdiğim için pişman olacağım. Buradan ayrılınca, her şey

110



eski karanlığına gömülecek. Bu anlayışı arayacağım boş ye-

re.  “Büyük  bir  karanlık  hissediyorum,”  dedi.  “Tanıdığım

Selim’i  göremiyorum  bu  karanlık  içinde.  Benimle  konuş-

muyor. Sorularıma cevap vermiyor. Beni suçluyor. Kendimi

suçluyorum.”  Sustu.  Beni  yanlış  anlayacak;  sonra  hiç  ko-

nuşmayacak.  Aceleden  şaşırıyorum.  Beklemesini  bilmiyo-

rum. Masanın yanındaki aynaya takıldı gözü. Orada zavallı-

lığını  gördü,  “büyük  ve  güzel”  şeylerin  yokluğunu  gördü

yüzünde.  Yıllarca  yanıbaşında  yaşayan  Selim’in,  bu  yüzü

güzelleştirmesine nasıl izin vermediğini, sunulan zenginlik-

leri nasıl kör bir inatla geri ittiğini gördü. “Bir dostun varlı-

ğı güzel bir şeydir; fakat bir dosta ihtiyaç duymadan yaşa-

yabilmektir  önemli  olan”  sözünü  söyleyen  Turgut’un  fakir

suratını  gördü.  Aynalarla  arası  iyi  değildi  bugünlerde.  Ya-

nımda dururken, ona elimi uzatmak mesele değilken... far-

kında  olmadığım  bir  varlığı  sadece  elimden  kaçırdım  diye

peşinden... “Başka çare göremedi demek kendini anlatmak

için,”  dedi  Süleyman  Kargı.  “İnanmıyorlar  ki.  Elle  tutulur

deliller istiyorlar. Yok canım, o kadar değil, diyorlar her za-

man. Ölmezsin, diyorlar. Bu da geçer... Olaylar haklı çıkarı-

yor onları çoğu zaman. Milyonda bir de olsa yanılma, ağır

ve elim yanılma sessizce belirince... Milyonda bir için haya-

tı  zehir  etmeye  değer  mi?  diyorlar  onlar.  Onlar,  biz,  hepi-

miz...” Turgut ümitsizlikle başını salladı: “Başka bir yol ol-

malıydı,”  dedi.  “Bir  yol  bulunmalıydı.  İnsana  bir  fırsat  ve-

rilmeliydi. Bana, sana hiç olmazsa... Bu çaresizliğe dayana-

mıyorum. Bir defaya mahsus olmak üzere bir istisna yapıl-

malıydı. Kâğıtlarınızda bir noksanlık var, bir imza eksik di-

ye  geri  çevrilmeliydi  Selim.  Özür  dileriz,  kabul  edemeyiz;

bazı  noktaları  unutmuşsunuz  denemez  miydi?...  Turgut’u,

Süleyman’ı unutmuşsunuz; bilseniz ne merakla bekliyorlar

sizi.  Bütün  karakollara  haber  vermişler,  her  yeri  aramışlar.

Neden haber vermediniz çıkarken?... Dikkat et Selim... ca-

111



nın acıyacak dur... söz veriyorum... her şeyi yeniden konu-

şacağız. Selimciğim Işık... hepsi hak verecek sana... durma-

dan başlarını sallayarak, haklısınız, haklısınız, diyecekler...

sen gitmek istesen de bırakmayacaklar seni... ne olur biraz

daha kalın, daha yeni başlamıştık konuşmaya... söyleyecek

o kadar söz vardı ki... canım Selim... hayır Süleyman Kargı!

İnanmıyorum  Selim’in  öldüğüne.  Reddediyorum!  İnkâr

ediyorum.”  Nefes  alamıyordu.  “Birşeyler  yapmak,  bir  yere

tutunmak istiyorum.”

Süleyman  Kargı  yerinden  kalktı,  kütüphanenin  yanına

gitti.  Turgut’a  dönerek:  “Selim  gibilerine  işte  böyle  yapar-

lar,”  dedi.  “Birdenbire  yüklenmezler  üstüne.  Önce  bırakır-

lar istediği gibi düşünsün her şeyi. Dünyayı dilediği gibi an-

lamasına,  yaşamasına,  hissetmesine  izin  verirler.  Hatta  al-

kışlarlar,  överler  onu.  Büsbütün  çileden  çıksın  da  geri  dö-

nemesin diye. Sonrasını biliyorsun işte.” Eğildi, kütüphane-

nin alt gözünden bir dosya çıkardı; “Fakat Selim, bazı evra-

kını kaçırmayı başardı onlardan. Hiçbir iz bırakmadan kay-

bolacağını sananlar aldandılar. Ona cesaret verecek insanlar

da  vardı  dünyada.  Ve  o,  uzun  boylu  düşünmeden,  hesaba

kitaba  kaçmadan,  öylesine,  içinden  geldiği  gibi,  dünyasını

kurmaya çalıştı; bu uzun şarkıları yazdı. ‘İstediğini yaz Se-

lim,’  dedim.  ‘Hiçbir  korku  aklını  gölgelemesin.’  ‘Sonunda

pişman  olursun  ama;  dayanamazsın,’  dedi.  ‘Boş  yere  yoru-

lursun,  usanırsın  benden,’  dedi.  ‘Zarar  yok  Selim  be,’  de-

dim. ‘Bir insan da senin yüzünden sıkılsın; bir insandan da

utanma! Ne olur?’ ‘Peki Süleyman dost,’ dedi. Senin için ol-

sun  bu  şarkılar.  Sen  izin  ver,  ben  de  yazayım.  Elele  verip

gösterelim onlara. Utançlarından sokağa çıkamasınlar. Öyle

garip  bir  yaratık  çıksın  ki  ortaya,  aynı  cinsten  oldukların-

dan  utansınlar.  Bütün  tabiat  alimleri  bir  araya  gelsinler  de

çözemesinler bu yaratığın sırrını. Öyle tuzaklar kuralım ki

küçümseyip bir kenara atsınlar; gene de rahat etmesin içle-

112



ri.’  Sonra  kuşkuya  kapıldı  hemen.  ‘Yapamam  Süleyman

dost,’ dedi. ‘Onlara rezil olduğum gibi kendi yüzüme de ba-

kamam  aynada.’  İşte  böylece  Turgut  dost;  bir  iyi  oldu,  bir

kötü. Bir zayıf hissetti, bir kuvvetli. Bana sorarsan her satı-

rının  altında,  Selim’in  bir  tatlılığını  hissederim.  Çok  yakı-

nındaydım tabii. Akılcı bir gözle bakamadım hiçbir zaman.

Kusurları  bile  tatlı  geldi  bana.  Selim’i  yaşadım  çünkü.  Ba-

karsın biri de, ‘Peki ne olmuş yani?’ der. Her okuyanın ya-

nına Selim’i taşıyamam ya. Neyse, kimse de okumadı daha.

Selim, gözümü öyle korkutmuştu ki, kimseye vermeye ce-

saret edemedim.” Dosyayı Turgut’a uzattı: “Sonunda bir de,

benim  ağzımdan  yazılmış  ‘Açıklamalar’  var.  Beni  karıştır-

madan içi rahat etmedi. ‘Sen filozofsun,’ dedi. ‘Açıklamaları

senin yapmış görünmen gerekiyor. Böylece hiçbir şeyin far-

kında  olmazlar.  Atlatırız  onları.’  Onlar,  onlar  diye  tuttur-

muştu. Okursan göreceksin.”

Turgut dosyayı, yanındaki sehpaya koydu. Süleyman Kar-

gı: “Şimdi okumak istersin herhalde. Uzun ama zararı yok.

Bekleriz.  Vaktimiz  çok.  Değil  mi?”  Turgut  başını  öne  eğdi

kızararak. “Şu anda, sana güzel bir söz söyleyebilmek için,

on  bin  kitap  okumuş  olmayı  isterdim,”  dedi:  “Gene  de  az

gelişmiş  bir  cümle  söylemeden  içim  rahat  etmeyecek:  seni

tanıdığıma  çok  sevindim  kendi  çapımda.”  Dosyanın  kapa-

ğını açtı, sonra yapma bir endişeyle Süleyman Kargı’nın yü-

züne baktı: “Anlamadığım yerler olursa hiç çekinmeden so-

rabilir miyim?”



113


D

ÜN, 


B

UGÜN, 


Y

ARIN



Yüklə 1,87 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   43




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©www.azkurs.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin