Şems-i tebriZİ'Nİn eseri



Yüklə 1,71 Mb.
Pdf görüntüsü
səhifə1/2
tarix09.05.2022
ölçüsü1,71 Mb.
#56899
  1   2
Şemsi Tebrizi - Makalat




ŞEMS-İ TEBRİZİ'NİN ESERİ
MAKALAT
(KONUŞMALAR)
ÇEVİRİ MEHMED NURİ GENÇOSMAN
 
GiRiŞ
 
Yıllardır, Makalât-ı Şems-i Tebrizî, ikinci adıyle Hırka-i Şems üzerinde çalışmaktayım.
Bugünün diliyle Şems-i Tebrlzî, Konuşmalar diye adlandırdığımız bu kitabın aslı, Farsça ve
Arapça ile karışık, onüçüncü yüzyılda yazılmış çok çetin ve arkaik pasajlar ve deyimlerle
dolu bir elyazmasıdır. Eser, çok önemli ve şaşırtıcı tasavvuf konularını içine aldığı gibi, o
çağın belli başlı şahsiyetlerini, zamanın kültür ve bilim hareketlerini yansıtması, hele
Mevlânâ Celâleddin'ln karanlıkta kalmış olan bazı yönlerini aydınlatması bakımından da bir
hazine değerindedir.
Şems-i Tebrizî, Konya'ya niçin gelmiştir? Mevlânâ ile onun arasındaki ilişki nasıl
başlamıştır? Mevlânâ'nın normal hayatını birdenbire altüst ederek ona coşkun ve taşkın
yepyeni bir ruh aşılayan bu adam kimdir? İşte bu noktaları bize açıkça gösterecek çok
Önemli bilgileri bu kitapta bulmaktayız. Kitabın gerçi çok çetin ve dikenli tarafları vardır ve
bu özelliği, bugüne kadar bir çevirisinin yapılmasına engel olmuştur. Ancak mutlu bir
raslantının bana bu eseri Türk aydınlarına ve tasavvuf meraklılarına tanıtmak fırsat ve
cesaretini vermiş olduğunu söylersem, okurlarımın beni yadırgamayacaklarını sanırım. Bu
çeviriye kaynak olan kitap, çok saygıdeğer dostum Mevlânâ torunlarından Prof. Dr. Ferudun
Nafiz Uzluk tarafından vaktiyle bana armağan edilmiş olan elyazması bir nüshadır. Bu metin,
27x21 ölçüsünde ve 326 sayfadır. Nesih kırması, nesih, sülüs ve ta'lik gibi çeşitli yazı
örnekleriyle temiz ve okunaklı bir şekilde yazılmış, üzerinde yer yer ufak tefek nüsha farkları
işaret edilmiştir. Metnin bazı kısımlarının kenarlarına bol haşiyeler, açıklamalar eklenmiştir.
Tarihi ve yazarı belli olmayan bu nüshanın, merhum Mevlevi arif meşahirinden Ayaşlı Şakir
tarafından Dergâh müzesindeki iki nüsha ile karşılaştırılarak orijinal bir metinden kopya
edildiği, sayfa kenarlarındaki haşiyelerin de sonradan eklendiği anlaşılmaktadır, işte üstad
Prof. Dr. Uzluk'un himmetine borçlu olduğum bu kitabı her ihtimale karşı memleket
kitaplıklarında bulunan başka elyazmalarıyle de karşılaştırmak lüzumunu duyduğum için
önce Konya'dan işe başladım. Mevlânâ Müzesi Kitaplığı'ndaki 2144 ve 2145 sayılı iki yazma
metinle yer yer karşılaştırdım. Daha sonra istanbul'da Beyazıd Kütüphanesi Kataloglarına
baş vurdum. Veliyüddin Efendi Kitaplığından aktarılmış bir Makalât yazması buldum ama bu
kitapçık ufak bir özetten başka bir şey değildi, istanbul
Üniversitesi   kitaplığında   bulduğum   679   F.Y.   numaralı   metin   de   yine   bir  
özetten   ibaretti.   Yaptığım   bu   araştırma   ve incelemelerden sonra elimdeki nüshanın
en doğru ve sağlam bir kaynak olduğu sonucuna vardım.
Kitabın bazı yerlerinde irkildiğim oldu. Bu yüzden, başlamış olduğum çeviri hayli gecikti. Son
günlerde ikinci bir raslantı daha oldu. İran'da basılmış olan bir Makalât metni, yine aziz
dostum Prof. Dr. Uzluk tarafından getirtilerek bana armağan edildi. Bu yeni fırsattan da
faydalanarak yaptığım çevirileri bir de basılı metinle karşılaştırmak ve son kontroldan
geçirmek lüzumunu hissettim. Türkiye'deki metinlerden alınan kopyalardan meydana geldiği


anlaşılan bu kitabın, değerli bilgin ve araştırıcı İranlı Ahmed Hoşnuvis tarafından gözden
geçirilerek üzerinde düzeltmeler yapıldığını, gerekli not ve haşiyelerle süslendiğini ve güzel
bir baskı halinde irfan âlemine sunulduğunu görmekle de ayrıca mutluluk duydum. Kendi
hesabıma, bu yeni baskıdan da hayli faydalandığımı inkâr edemem. Müellifine
teşekkürlerimi sunmayı da bir borç bilirim. Ancak, benim çevirime esas olan nüsha ile yeni
baskı arasında büyük ve önemli farklar buldum. Bendeki nüshanın birçok sayfaları basılı
kitapta eksik kalmıştır. Hele yazma nüshanın 95'inci sayfasından 164'üncü sayfasına kadar
olan kısım tamamiyle atlanmıştır. Daha başka yerlerde de hayli atlamalar görülmektedir ki
kitabın ikinci baskısında bunların düzeltilmesi çok faydalı olacaktır. Şu hale göre Farsça
metnin Türkiye'de kritik bir baskısını yapmak zorunlu görünmektedir.
Kitap hakkındaki araştırmalarımızı bu satırlarla özetledikten sonra, biraz da çeviri zorlukları
üzerinde durmak isteriz. Kitaba esas olan elyazmalarını daha önce incelemiş bulunan İran'ın
sayılı ilim ve fikir adamlarından rahmetli Furûzan Fer'in şu sözlerini aynen naklediyorum:
«Makalât kitabı, Şemseddin-i Tebrizî'nin bazı meclislerdeki sohbetleri sırasında, Mevlânâ ile
konuşurken aralarında geçen bahislerden, müritler ve inkarcılar tarafından sorulan sorulara
verdiği cevaplardan derlenmiş bir eserdir. Kitaptaki cümle ve pasajların kesik ve dağınık
olması da gösteriyor ki bu eseri Şems kendisi kaleme almamış, belki o anılar her gün
müritler tarafından kaydedilmiş ve son derece bir tertip bozukluğu ile de derlenmiştir. Ama
inkâr edilemez ki, bize Mevlânâ'mn özel yaşantısını, onun hayat hikâyesini kapsayan bir çok
gizli noktaları da gün ışığına çıkarmaktadır.»
Mevlânâ'nın, Şemseddin Tebrizî ile nasıl buluştuğunu anlatan ve o buluşmanın efsaneleşmiş
yönlerini, iyi bilinemeyen, sebepleri anlaşılamayan taraflarını aydınlatmak gayreti gösteren
birçok eski ve yeni menakıb yazarları, bu hikâyeleri ancak romantik bir kılıkta uzun uzadıya
nakletmeye özenmişlerdir, işte Makalât kitabı bu gizli kalmış konular üzerindeki perdeyi
kaldırdığı gibi, Mevlânâ'nın, Şems'e nasıl kapıldığına da bir dereceye kadar ışı tutmakta ve
açıklık getirmektedir. Kitap, herkesçe bilinen halin aksine olarak Şemseddin-i Tebrizî'nin çok
keskin görüşlü bir bilgin ve bir hakikat âşığı, mürşitlik mertebesine ermiş arif bir yol gösterici
olduğunu öğretmektedir. İşte sadece bu nokta bile eserin önemini belirtmeye yeter.
Kitabın tarihî değerinden başka ayrıca, Şemseddin'le görüşmesinden sonra Mevlânâ'da yeni
bir hayatın başladığım gösteren açık işaretler vardır.
Şems'in getirdiği yeni fikirler, prensipler ve öğretim sistemi konusunda araştırma yapmak
isteyenler, aradıklarını Makalât kitabında bulacaklardır. Çünkü Makalât ile Mesnevi
arasında kuvvetli bir bağlantı vardır. Nasıl ki Mevlânâ, Mesnevi'de geçen birçok fıkra,
hikâye ve nükteleri Makalât'tan almıştır.
Kitap ayrıca gönül çekici deyim ve terimlerindeki üslûp güzelliği bakımından Fars Edebiyat
ve Filolojisinin bir hazinesi değerindedir.
İşin zorluğunu belirtmek için yukarda saydığım sebepleri üstat Furûzan Fer de kabul ediyor.
Ana dili Farsça olan bir ilim adamının bu görüşü, açık bir gerçeğin ifadesidir. Çevirinin
zorluğunu artıran engellerin başında en çok diyaloglar gelmektedir. Konuşanla dinleyen,
soran ve cevap veren; hatta üçüncü şahıs, aynı fiil ile ifade edilmektedir. Dedim ki, dedi ki
yerine hep dedi fiili kullanılmıştır ki bu da şaşırtıcı sebeplerden biridir. Ama kitabı birkaç
kere dikkatle, merakla ve sabırla okuyup da havasına girdikten sonra konu biraz daha
aydınlanıyor. Kesik ve bağlantısız gibi görünen devrik cümlelerden sonraki cümle ve


satırlardan bir mânâ çıkarmak mümkün oluyor, ama ne de olsa yine gramer kurallarına
sığmayan sözler eksik değil. Bizi en ziyade ilgilendiren nokta, ele alman konuları herkesçe
anlaşılabilir bir hale getirmek, Türk dilinin bugün benimsenmiş olan deyim ve terimlerine
uygun fakat her türlü aşırılıktan, zorlama ve yapmacıklardan uzak bir çeviri örneği vermektir.
İşte bu nokta üzerinde, gücümüzün yettiği kadar uğraştık. Konuşmalar kitabında, özellikle
üstadın hayat hikâyesi, Mevlânâ ile aralarında geçen tasavvufî bahislerdeki görüş birliği,
bazen düşünce ayrılığı, üstadın ağzından çıktığı gibi kayt ve
zapt edilmiştir. Bu sohbet konuşmasından bazen değişik bir üslûp kokusu gelir; yer yer
söğüp saymalar, öfke belirtileri, zamaneye göre ayıp sayılmayan bazı açık saçık nükteler
de eksik değil. Ama bu özellik ve konulardaki değişik eda, okurları sıkmadan, onlarda derin
bir ilgi ve merak uyandırmaktadır. Şimdi eserden müessire intikal yoluyle biraz da müellifin
kısa bir biyografisini çizmeye çalışalım.
Şems-i Tebrizî Kimdir?
Büyük arif Melikdâd oğlu Ali oğlu Muhammed Şemseddln, yaradılışında üstün vasıflarla
bezenmiş, Allah vergisi yüksek bir istidat ve kabiliyetle doğmuş Allah âşıklarından, ilâhî aşk
şarabiyle başı dönmüş hakikat ve mânâ ehli erenlerdendir. Altıncı hicret yüzyılında Tebriz'de
hayata gözlerini açmış, henüz çocukluk ve ilk gençlik çağlarında bile çağdaşı olan kuşağın
çocuklarından bambaşka bir vasıfta yaratıldığını göstermiştir. Coşkun, hareketli, duygu ve
düşünce bakımından daima ileriye bakan ve zamanının değer ölçülerini aşan bu harika
çocuk, bize kendini şöyle anlatıyor:
«Henüz erginlik çağına girmemiştim. Aşk deryasına daldım mı, 30-40 gün hiç bir şey
yiyemezdim; istekten kesilirdim, günlerce açlığa susuzluğa katlanırdım. Bir gün babam bana
çıkıştı, 'Oğlum, dedi, ben senin bu halinden birşey anlamıyorum; bunun sonu nereye
varacak? Bu davranışlar seni felâkete götürecek.' Ben ona şu cevabı verdim: Baba! Seninle
benim babalık ve evlâtlık ilişkimiz neye benzer bilir misin? Bir tavuğun altına tavuk
yumurtalarıyle karışık bir de kaz yumurtası koymuşlar. Vakti gelip de civcivler çıktığı zaman
bunlar hep birlikte analarının arkasına düşer giderler, yolda bir göl kenarına raslarlar. Kaz
yumurtasından çıkan civciv hemen kendisini suya atar, bunu gören ana tavuk, eyvah yavrum
boğulacak der. Çırpınmaya başlar. Halbuki kaz yavrusu neşe içinde suda yüzmektedir. İşte
seninle benim aramdaki fark da böyledir.»
Ahmet Eflâkİ'nin, sayın dostum Prof. Tahsin Yazıcı tarafından dilimize çevrilmiş olan Ariflerin
Menkıbeleri adlı eserine göre Tebriz şehrinde Şemseddin'e Şems-i Perende yani Uçan
Şems derlermiş. Bu lakabın ona, çok gezmesinden ve sık sık zamane ariflerini ziyaret için
şehirler arasında dolaşmasından ötürü verildiği anlaşılmaktadır. Ayrıca ona manevî
mertebesi ve ergin ariflerden sayılması dolayısiyle Kâmil.i Tebrizî de denilirmiş. Ama bunun,
hem büyük arif Şemseddin Muhammed'in hem de başka bir Şemseddin'in lakabı olduğu
anlaşılmaktadır. Merhum üstat Furûzan Fer'in İran'da vaktiyle neşretmiş olduğu Menakıb-i
Evhaduddin-i Kirman adlı eserde Evhaduddin şöyle anlatıyor: «Kayseri'de bulunduğum
sırada Kâmil-i Tebrizî denilen bir zat vardı; bu, perişan halli bir âşık idi. Sultan Alaeddin ile
vezirleri ona çok saygı ve sevgi gösterirlerdi. Batın ehli bir adam idi. Sultan yanında çok
itibarı var idi. Herhangi bir adam için bin dinar bile iltimas etseydi red olunmazdı.» Şimdi
Evhaduddin'in bahsettiği bu Kâmil-i Tebrizî ile büyük arif Şems-i Tebrizî'nin başka başka
kişiler olduğunda şüphe etmiyoruz. Çünkü Şems-i Tebrizî, sözü geçen Kirmanlı


Evhaduddin'in uzun uzadıya aleyhinde bulunmuş ve Evhaduddin, Şems'in yüce mertebesini
anlayamamıştır. Şu hale göre onun Kayseri'de rastladığı Kâmil-i Tebrizî, başka birisidir yani
Kâmil sözünün, o Şemseddin'in vasfı değil ismi olduğu anlaşılmaktadır.
Yine Eflâkî'nin Ariflerin Menkıbeleri kitabında, Mevlânâ Celâleddin, yukarda sözü geçen
ikinci Şems-i Tebrizî'den bahsederken, «Tebrizli Kâmil, Konya şehrinin aptalıdır, Fakih Ah-
med'den birkaç derece daha üstündür,» demektedir. Bu Kâmil-i Tebrizî'nin, çok vakit
zamane sultanlarının, devlet büyüklerinin makamlarına teklifsizce girip çıktığı, Saray
kapıcılarının ona ses çıkarmadığı, hatta sultanın tahtına çıkıp oturduğu, meclislere vakitli
vakitsiz girip çıktığı, meclislerdeki aletlerden herhangi birini alıp dışarı fırladığı halde hiç
kimsenin ona engel olmaya cesaret edemediği anlaşılmaktadır. Bazı açık gönüllü büyükler,
Mevlânâ Şemseddin-i Tebrizî'ye, Seyfullah yani Allah Kılıcı da demişlerdir. Bu Kâmil-i
Tebrizî'nin adı, Makalât kitabında da aynen geçmektedir. İlerde görüleceği gibi Makalât' ın
ikinci bölümü şöyle başlıyor:
«Pir Muhammed'e sordular: Tebrizli Kâmil'in hırkası önünde ne hale geliyorsun? Tıpkı doğan
pençesine tutulmuş bir serçeye dönüyorsun sonra diyorsun ki, 'doğanı öldüreyim de kendimi
kurtarayım. Çünkü o kendi hesabına yaşıyor»
Yukarıdaki sözlerden de anlaşılıyor ki bu Kâmil-i Tebriz başka bir Allah eridir. Evhaduddin'in
Kayseri'de gördüğü, Mevlânâ'nm, «Fakih Ahmed'den birkaç kat daha üstündür,» diye
bahsettiği zat da Kâmil-i Tebrizi'den başka birisi değildir. Çünkü   bunun   büyük  arif 
Şemseddin   Muhammed'e   benzer  bir  tarafı   yoktur.   Zaten   Eflâkî'nin  verdiği   bilgi  
ile   Mevlânâ
Çelâleddin'in Şems hakkında kullandığı deyimler arasında da çelişki vardır.  Mevlânâ, hiç bir
zaman üstadını başka vasıfla övmemiş, onu Kâmil-i Tebrizî diye anmamıştır. Bu
açıklamalardan sonra şimdi yine asıl konumuza dönebiliriz.
Büyük arif Tebrizli Muhammed Şemseddin, bazı yanlış görüşlü tetkikçilerin sandığı ve bize
tanıttıkları gibi basit bir bâtınî dervişi değildir. O yüzyılların yetiştirdiği büyük mürşitler
arasında üstün vasıflarla yaratılmış eşsiz bir ariftir. Böyle olmasaydı, Mevlânâ gibi zahir ve
batin ilimlerinde yüksek derecelere ermiş, zamanında müderrislik ve müftülük mertebelerine
yükselmiş seçkin bir insanı, Allahsal bir aşk ve iştiyak ateşiyle tutuşturabilir miydi?
Mevlânâ'ya bütün normal hayatını bir tarafa iterek, işini gücünü, medresesini ihmal ettirerek,
onu madde âleminin dışında başka bir âleme götüren; ona mânâ âleminin pencerelerini açan
bu Tebriz güneşi, bu Türk velisi olmuştur. Şu halde, bu nitelikte ve bu yetenekte olan ulu bir
arifin bayağı bir bâtınî dervişi olamayacağı; onun, gönlü yüce hakikatlerle dolu bir irfan ve
irşad kaynağı olduğu şüphesizdir. Makalât'ın incelenmesi, bize, Tebrizli Şemseddin'in,
zamanında en yüksek islâmî bilgilerden, tefsir, hadis, fıkıh, felsefe ve kelâm bilimlerinde de
yeter derecede ilerlemiş olduğunu ve dört mezhebin fıkıh esaslarına da âşinâ bulunduğunu
ve bu cümleden olarak Şafiîlerin meşhur beş kitabında Tenbih adlı eseri de incelediğini
gösteriyor. Şems'in, Arap edebiyat ve filolojisinde de üstün bir bilgiye sahip olduğunu
anlıyoruz. Yıllarca Suriye'de Halep ve Şam gibi büyük şehirlerde yaşadığı, Araplarla ilişki
kurduğu, onların dillerini gayet iyi bir şekilde konuşup yazdığı Makalât'taki yer yer Arapça
pasajlardan anlaşılmaktadır. Bir aralık Erzurum'da ve Türk şehirlerinde öğretmenlik yapmış
olan Şems'in Konya'ya nasıl ve niçin geldiği bahsine dönelim:
Makalât'ta şu satırları okumaktayız:


«Allahya yalvardım. Yarabbi beni kendi velilerinle tanıştır, onlarla yoldaş et dedim.
Rüyamda, 'Seni bir veliyle yoldaş edelim,' dediler. 'O veli nerededir?' diye sordum. Ertesi
gece bu velinin Rum diyarında (Anadolu'da) olduğunu söylediler. Bir müddet sonra tekrar
gördüğüm rüyada, 'Henüz vakti gelmemiştir, her işin bir zamanı var,' dediler.»
Bu açıklama bize, Mevlânâ'nın da vaktin olgun velileri mertebesine yükselmiş kendisine
muhatap olacak kuvvetli bir mânâ ehli bulamadığı için zahir bilgileri çerçevesi içerisinde
kalmış olduğunu göstermektedir. Şems bunu duymuş ve sezmiştir. İçindeki coşkun hisleri
aktaracak derin ve geniş bir gönül aramaktadır. Aradığını da Mevlânâ Celâleddin'de
bulmuştur.
Mevlânâ Celâleddin, gerçi mânâ âlemine ait bilgilerden yoksun değildi. İlk tasavvuf neşesini
babası Sultanu'l-Ulemâ' dan, onun ölümünden sonra da Horasan erenlerinden babasının
arkadaşı Tirmizli Seyid Burhaneddin'den almıştı. Ama Şems ile buluşması bambaşka bir
hadise olmuştur. Bu hadiseyi Eflâkî, Molla Cami ve diğer tezkirecilerle Mevlânâ'nın büyük
oğlu Sultan Veled, çeşitli ve renkli dekorlar içerisinde anlatırlar. İlerde bu konuya dönmek
üzere bir de Şems'in ilk üstatlarına -ve tasavvufla nasıl ilgilenmiş olduğuna dair elimizdeki
bilgileri özetleyelim:
İlk Çağları
Şems, kendi ifadesine göre ilk nasibini Tebriz'de, Ebûbekr Sellebaf (Sepetçi Ebubekir)
adında bir mürşitten almıştır. Eflâkî'nin Sultan Veled'den naklederek anlattığına göre bütün
velîlik niteliklerini onda bulmuştur ama kendisinde, şeyhinin göremediği ve hiç kimsenin
farkında olamadığı birşey vardı ki onu ancak Mevlânâ Celâleddin görebilmişti. Yine Şems'in
Sultan Veled'e anlattığına göre çocukluk günlerinde Allahyı, melekleri, yerlerde ve göklerde
bir çok olayları görür, herkesi de kendisi gibi sanırmış. Ama sonradan anlamıştır ki bunları
başkaları göremiyor. Şeyh Ebubekir de bunları herkese söylemesini yasaklarmış.
Hafız Hüseyin Kerbalayî'nin, Ravzatül Cinan   (Cennet Ban. çeleri)    adlı  eserinde şu 
satırları   okumaktayız:
Şems-i Tebrizî uzun süre Tebriz'de Şeyh Ebûbekr Selle-bafın hizmetinde bulundu. Büyük bir
olgunluk ve erginlik mertebesine erdi ama onu daha fazla olgunlaştırmak Şeyhinin takati
üstüne çıkınca Ebûbekr, insaf ve takdir yoluyla ona artık bu olgunlaşmanın daha ileri
mertebesini başka yerde aramasını tavsiye etti; seyahata çıkmasına izin verdi. Şems önce
Kirmanlı Şeyh Evhaduddin'in piri Şecaslı Şeyh Rükneddin'e, sonra da Tebrizli Şeyh
Şahabeddln Mahmud'a gitti. Zamanın büyük mürşitlerinden olan o zatın hizmetlerinden de
çok feyiz aldı. Daha sonra zamane şeyhlerinin önderi sayılan Cent'li Baba
Kemal'e baş vurdu; ondan da hayli faydalandı ama Mevlânâ ile buluşuncaya kadar, ilk
üstadı Ebûbekr'in hatırasını daima saygı ile andı; onu hiç unutamadı. Ebûbekr'in manevî
mertebesini Şeyh Sadi de Bostan kitabında şöyle övmektedir:
«Tebriz taraflarında bir aziz vardı ki, daima uyanık gönüllüydü, geceleri uyumazdı. Gecenin
birinde bir hırsızın dama çıkmak için kement attığını gördü. Adam o sırada, halkın sesini
işitince o tehlikeli durumda sığınacak bir yer bulamadı; telaş ve korku içerisinde kaçmaya
çalışıyordu. Bunu seyreden aziz derviş, mum gibi erimeye başladı, zavallı hırsızın çektiği
korkuyu düşündü. Karanlıkta dama doğru yürüdü, başka bir yoldan hırsızın karşısına çıktı,
'Dostum gitme,' dedi. 'Ben sana yabancı değilim. Yiğitlikte senin ayağının toprağıyım.'
Hemen kavuğunu, sarığını, yanındaki eşyasını yukarıdan hırsızın eteğine bıraktı ona çok


özürler diledi ve 'Haydi çabuk şimdi buradan kaçıp canını kurtarmaya bak; duman gibi
kendini yok etmeye çalış,' dedi.»
Cennet Bahçeleri'nin yazarı Kerbelâlı hafız Hüseyin, işte bu azizin Şems-i Tebrizî'yi yetiştiren
Ebûbekr olduğunu; onun, eli vergili, cömert ve çok üstün yaratılışlı seçkin bir zat olduğunu
kaydetmektedir.
Şimdi Mevlânâ'nın Şems'i nasıl gördüğünü, ona bağlanmasının nedenlerini tekrar
araştıralım: Eflâkî şöyle diyor: «Hazreti Mevlânâ buyurdu ki 'Bir gün bana Melekût âleminin
yolları açıldı; ilâhi bir temaşa zevkiyle Miraç etmek nasib oldu; dördüncü kat göğe kadar
çıktım, ama o feleğin yüzünü kararmış gördüm. Beytül Mâmur denilen sarayın sakinlerinden
bunun sebebini sordum. O makamın kutsal sakinleri, 'Bizim güneşimiz, fakirler sultanı Şems-
i Tebrizî'yi ziyarete gittiği için karanlıkta kaldık,' dediler.»
«Ben o kutsal yerleri dolaşıp tekrar dördüncü kat göklere geldiğim zaman büyük güneşin
eskisi gibi kendi merkezinde nur ve ışık saçtığını gördüm.»
Şimdi bir de Mevlânâ hakkında Şems'in görüşlerini dinleyelim:
«Dünyanın hiç bir yerinde Mevlânâ'nın eşi ve benzeri yoktur. Bütün fenlerde, temel
bilgilerde, din bilgisinde, gramer, sentaks, mantık ilimlerinde en büyük uzmanlarla kuvvetle
konuşur, tartışır; onlardan daha üstün, onlardan daha zevkli, onlardan daha lâtiftir.
Gerekirse, gönlü isterse, üzüntüsü engel değilse ve konunun tatsızlığı sebep olmazsa,
hepsinden daha yetkili konuşur. Ben akıl yönünden bilinmesi gerekli bu bahislerde yüz yıl
uğraşsam ondaki ilim ve hünerin onda birini elde edemem. Halbuki o kendisini bilmezlerden
sanır ve öyle zanneder. Benim önümde, beni dinlerken, nasıl anlatayım, ayıptır söylemesi,
babasının önüne oturmuş iki yaşında bir çocuk yahut müslümanlığa dair hiç bir şey
işitmemiş dönme bir müslüman gibi öylesine utangaç bir hal alır.» (Şems-i Tebrizî,
Konuşmalar, M. 77.)
İşte her iki Allah âşığının aralarındaki karşılıklı sevgi ve saygıdan birer örnek alarak
yukarda naklettiğimiz vesikalar bize gösteriyor ki, Şems ile Mevlânâ biri birini tamamlayan,
biri birinden renk ve ışık alan iki irfan hazinesidir. Her ikisi de aşk ve hakikatla dolu; madde
ve mânâ âleminin sırlarına ermiş üstün vasıflı birer Allah velîsidir.
Şems'in Ailesi
Devletşah Tezkeresî'nin anlattığına göre Şems-i Tebrizî İsmailiye mezhebi büyüklerinden
Büzrükümid'in torunu Havend Alâeddin'in oğludur. Alâeddin, dedelerinin sapkın inançlarını bir
tarafa atarak zındıklık yolundan ayrılmış baba ve dedelerinin kitap ve defterlerini yakmış,
tam manasiyle islâm ve ehli sünnet inançlarını benimsemiştir.
Bazı tezkerecilere göre de Şems'in aslı Horasanlıdır. Babası ticaret maksadiyle
Horasan'dan Tebriz'e gelmiş, orada yerleşmiş; Şemseddin de Tebriz'de doğmuştur.
Devletşah diyor ki, «O, nerede doğarsa doğsun işin suretine değil manâsına bakmalıdır.
Asıl zevk, ruh âleminin manasına erebilmektedir. Yoksa, bedenler nerede olursa olsunlar ne
değeri var.»
Konya'ya İlk Gelişi ve Mevlânâ ile Buluşma
Konuşmalar'dan anladığımıza göre Şems,'642 hicret yılı Cemaziyelahır ayının yirmi altıncı
günü Konya'ya gelmiştir. (M. 48). O
Mevlânâ ile ilk buluşma hakkında Eflâkî'nin verdiği bilgi ile Molla Câmi'nin Nefahat-ül-üns'de
ve bizzat Makalât metninin 56'ncı sahifesindeki Arapça pasajda biraz değişik bir dekor


içinde özetle şöyle anlatılmaktadır: Şems yukardaki tarihte Konya'ya gelir; Şekerciler
Hanı'nda bir odaya yerleşir, Mevlânâ'yı sorar; onun, o sırada Meram bağlarında sayfiyede
olduğunu, ikindiye doğru şehre geleceğini söylerler. Şems yol üzerinde beklemekte,
sabırsızlıkla Mevlânâ'nın yolunu gözetmektedir. Derken belirli vakit gelir, Mevlânâ bir katıra
binmiş, aheste aheste sürmekte ve kendisine yaklaşmaktadır. Yıllardır içi aşk ve iştiyak
ateşiyle dolu olan Şems, katırın dizginine yapışır, selâm verir ve «Hemen söyle bana,» der,
«Hazreti Muhammed mi daha büyüktür, yoksa Bayezid-i Bistamî mi?» Mevlânâ, «Bu ne
sorudur?» der, «Hazreti Muhammed (selât ve selâm ona olsun) peygamberlerin
sonuncusudur, en yücesidir. Onunla Bayezid arasında ne münasebet var?» Şems, «Ama
niçin Hazreti Muhammed (S.A.) hep 'Yarabbi biz seni sana layık bilgiyle bilemedik,' dediği
halde Bayezid, 'Beni ululayın şanım ne yücedir,' diye öğünmüştür?» Mevlânâ, bu sualin
heybet ve azameti karşısında kendinden geçmiş, bir süre sonra kendine geldiği zaman
Şems'in elinden tutarak piyade bir halde kendi medresesine götürmüş, onunla kırk gün
halvette kalarak hiç kimseyle münasebette bulunmamıştır. Bu süre içinde bütün ihtiyaçlarını
Mevlânâ'nın büyük oğlu Sultan Veled sağlamıştır.
Eflâkî'ye göre Mevlânâ, Şems'in ilk sorusu karşısında güya yedi kat göklerin biri birinden
ayrılarak yere yıkıldığını, büyük bir ateşin kafatasında alevlendiğini hissetmiştir. Ona şu
susturucu cevabı vermiştir: «Hazreti Muhammed (S.A.), cihan varlıklarının en büyüğüdür,
Bayezid kim oluyor? Bayezid'in susuzluğu bir yudum su ile diner, o zaman da suya
kandığından söz eder. Onun idrak hazinesi o kadar bir suyla dolar; güneşin cihanı
aydınlatan ışığı onun evinin ufacık penceresine kadar sızar ve ancak o kadar girer. Ama
Hazreti Muhammed Mustafa'nın (S.A.), susuzluğu o kadar derindir ki, şüphesiz hep
susuzluğundan dem vurur ve her gün o susuzluğun daha da artması niyazında bulunur. Şu
halde bu her iki davacıdan Hazreti Muhammed Mustafa'nın davası çok büyüktür. Şu
sebepten ki, Bayezid kendisini Hakka ermiş görünce hemen dolu verir ve daha fazlasına
bakmaz ama Hazreti Mustafa (S.A.), her gün daha fazla Hakkı görür ve bu görüşle daha
çok ilerler. Hakkın yüceliğinin, kudretinin, her varlığa hâkim olan saltanatının parlak
belirtilerini her gün, her saat gördükçe aşk ve hayreti artar ve ondan dolayı da 'Yarabbi biz
seni sana yaraşan bilgiyle bilemedik,' diye hep özlem duyar.» Bu cevap karşısında Şems-i
Tebrizî, bir nağra atarak yere yıkılır.
Bu ilk misafirlik sırasında her iki Hak âşığı tam üç ay hep halvette kalır, gece gündüz, oruç,
namaz, ibadet ve sohbetle meşgul olur, hiç dışarı çıkmazlar. Ama. öte yanda her gün
Mevlânâ Celâleddin'in ilmî konuşmalarından, irşad ve sohbetinden yoksun kalan büyük bir
halk topluluğu ve gençlik, Şems hakkında uygunsuz sözler söylemeye ve düşmanca
hareketlere başlarlar. Konya şeyhleri arasında bir sofi de, «Yazıklar olsun ki bilginler sultanı
Bahaeddin Veled'in oğlu bir Tebrizli oğlanın arkasından yürümeye başladı. Artık Horasan
toprağının yetiştirdiği değerler, Tebrizlilerin uydusu haline geldi,» diye halkı
ayaklandırıyordu. Bir kısım Konyalılar da, «Acaba Mevlânâ'da o kadar akıl yok mu ki, bir
Tebrizlinin peşine düşmüş? Mevlânâ dünyadan el çekmiş bir insandır, halbuki Şemseddin
henüz dünyadan el çekmemiştir,» diyorlardı. Bu dedikoduları işiten Mevlânâ da onlara şöyle
diyordu: «Siz, Şemseddin'i anlamadığınız için onu sevmiyorsunuz, eğer sevseydiniz onu öyle
çirkin karşılamaydınız.» Bazıları da, «Bize, Şemseddin'den bir gönül hoşluğu gelmiyor,»
diyorlardı.


Şems ile Mevlânâ'nın İlk Buluşmalarının Çeşitli Yankıları
Mevlânâ'nın Şemseddin'le buluşması, ona, sanki kaybettiği değerli bir mücevheri Şems'in
manevî benliğinde, onun velilik hazinesinde yeniden bulmasına fırsat sağlamıştır. O, Şems'in
kudretli kişiliği önünde öylesine mest ve coşkun bir hale gelmişti ki, bütün normal işlerini,
müftülük, müderrislik, vaizlik gibi meşgalelerini bir tarafa, iterek artık Şems'in pervanesi
olmuştu. Dış âlemle ilişkisini kesmiş, artık başka bir âleme dalmıştı. Gözü kulağı Şems'in
sohbet ve irşadında, hep onun işaretlerine dönük, hep onunla göz göze diz dize idi.
Yukarıda da işaret ettiğimiz gibi bu yüzden dedikodular gittikçe artmış, iş artık açık bir
düşmanlık haline dönüşmüştü. Bunu en çok Mevlânâ'nın yakınları, talebesi, sohbet
arkadaşları yapıyor, hoşnutsuzluk ateşini körüklüyorlardı. Şemseddin, hakkındaki bu
dedikoduları, düşmanlık teranelerini anlamaz değildi. O da artık birkaç damla suyun bardağı
taşıracağını sezmiş ve bu düşmanlık çemberinden kendini kurtarmak için kararını vermişti.
Gecenin birinde Konya'dan ayrıldı; kayıplara karıştı. Nereye gittiğini hiç kimse anlayamadı.
643 hicret yılının 21 Şevval perşembe gününe rastlayan bu ayrılıştan sonra onun Şam'a
gitmiş olduğu anlaşıldı. Bu ayrılık süresi, aşağı yukarı 16 ay kadar uzadı. Şems'in
Konya'dan ayrılması Mevlânâ'yı eski hayatına döndürmek şöyle dursun, aksine, bağrının
hasret ve firkat ateşiyle yanmasına, sıhhatinin bozulmasına yol açtı. Kimseyle konuşmuyor,
meslislere gitmek istemiyor; hep gam, keder ve hicran içinde yine halvete kapanıyordu.
Neredeyse o
ayrılık ateşi içinde son nefeslerini vermek üzereyken Şam'dan gelen bir mektup imdada
yetişti. Bu mektup Şemseddin'den idi. Mevlânâ'nm gözlerinde bir ümit ve hayat güneşi
parladı. Çünkü Şems'in Şam'da olduğu anlaşılmış ve kayıp hazinenin yeri belli olmuştu.
Şems'in mektubu şöyle başlıyordu:
«Mevlânâ'ya malûm olsun ki, bu zaif hayır duası ile meşguldür. Hiç bir yaratıkla ilgisi yoktur.
Her birinin ahvali sohbet sırasında anlaşıldıktan ve dostlar ayrı ayrı kendilerini gösterdikten
sonra ancak pek değerli, diri gönüllü bir dervişe rastladım. Öyle bir derviş ki, Mevlânâ eğer
onun iç yüzünü, ger. çek tarafını bilselerdi şüphe yok ki ona sevgi nazarıyla bakar, saygı
göstermekten geri durmazlardı. On yıldan fazladır ki burada bu duacınızın sohbetinde
bulunmuş olan bu eski dost Şam'a tekrar gelişimde bana yine dostluk ve aşinalık gösterdi.»
Şemseddin'in Şam'da uzun süre kalması Hz. Mevlana'yı çok üzüyordu. Ona mektup yazdı
ve şu gazeli de ekledi:
Başlangıcı olmayan zamandan beri diri, yaratıcı, kudretli, bütün varlıkları ayakta tutan ulu
Allahya ant içerim ki onun nuru, yüzbinlerce sır açıklansın diye aşk ışıklarını parlattı. Onun
eşi ve benzeri olmayan hükmü ile cihan aşk ile âşıklarla, hâkim ve mahkûmlarla doldu.
Şems-i Tebrizî'nin tılsımlarıyle, büyüleriyle onun akla hayret veren hazinesi gizlendi. Senin
ayrıldığın günden beri ağzımın tadı bozuldu, mum gibi erimeye başladım. Cemalinden uzak
düşünce beden bir virane, can da o viranenin baykuşu oldu. Aman ne olur, yine dizginleri bu
tarafa çevir! Aşk filinin hortumunu yine şahlandır; akşamım seninle aydın bir sabah gibi olsun
Ey Şam'ın, Ermen ve Rum ülkesinin kıvancı sevgili!
Mevlânâ bu mektubu yazdıktan sonra büyük oğlu Sultan Veledi, yirmi nefer atlı, birkaç yük
değerli hediye, altın ve gümüş armağanlarla Şemseddin'i tekrar Konya'ya getirmek üzere
Şam'a gönderdi. Söylediklerine göre iki bin dinar altını Şems'in pabucu içerisine doldurarak
onu Konya tarafına çevirmesini de Sultan Veled'e tembih etti. «Benden selâm götür,


âşıkane secdeler et. Şam'a girer girmez Salihiye semtinde meşhur bir han vardır oraya git
ve mümkün ise şu gazeli de onun huzurunda irşad, et,» dedi.
Gidin ey yoldaşlar, dostumuzu bu tarafa çekmeye bakın! Nihayet o kaçak sevgiliyi tekrar
bana getirin!
Tatlı teraneler, renkli bahanelerle o güzel yüzlü ay parçasını o hoş çehreli sevgiliyi eve
doğru yürütmeye çalışın.
Eğer başka zaman gelirim diye söz verirse aldanmayın! Bütün sözleri hile ve kaçamaktır. O,
sizi atlatır.
Onun çok sıcak bir nefesi vardır. Cadılıkla, büyücülükle suya düğüm vurur, havayı bağlar.
Eğer mübarek ve sevinçli haliyle o sevgilim buraya gelirse, sen otur da seyret; bak Allahnın
ne garip işlerini göreceksin.
Bir kere onun cemali parlayınca, güzellerin güzelliği hiç kalır. Onun güneş gibi parlayan yüzü
karşısında bütün ışıklar söner.
Ey hafif kanatlı gönül kuşu git bensiz benim dilberime uç; o değer biçilmez mücevhere selâm
ve sevgiler götür.
Sultan Velecl, babasının tavsiyesine uyarak yol arkadaşları ve dostlarıyle birlikte Şam'a
yollandı. Oraya varır varmaz, babasının işaret ettiği hana gitti, Şems'in odası önünde
edeple durdular. Mevlânâ'hm mektubunu, armağanlarını teslim ettikten sonra bütün dostların
yaptıklarından pişman olduklarını ve kendisini hasretle, saygı ile Konya'da beklediklerini
anlattılar. «Umarız ki, bu dileklerimizi kabul buyurursunuz,» diye çok yalvardılar. Şems, bu
İsrarlar karşısında dayanamadı; Sultan Ve-led, kendi binmiş olduğu rahvan atına Şems'i
bindirdi, kendisi de neşe ve sevinç içinde Şems'in önünde piyade olarak yola koyuldu. Uzun
süren bir kara yolculuğundan sonra Konya'ya yakın Zencirli hanına geldikleri zaman
babasını müjdelemek için şehre bir derviş gönderdi. Mevlânâ, dervişin müjdesini işitince
bütün elbise ve giysilerini çıkardı ve dervişe bağışladı. Konya halkına haberler salarak
Şems'in geldiğini, halktan emirlerden, bilginlerden, fakirlerden ve ahilerden onu karşılamak
isteyenlerin toplanmasını diledi. Kendisi de ata binerek bütün Konya ileri gelenleri ve
ahalisiyle birlikte Şems'i büyük bir sevgi ve saygı hâlesi içinde şehre getirdi.
Şems, bir gün, bu yolculukta Sultan Veled'in gösterdiği hizmet ve saygıdan dolayı çok
duygulanmış, teşekkür etmiştir. Bu ikinci gelişte, Mevlânâ'nın Şems'e karşı sevgi ve bağlılığı
bir kat daha artmış; ona eskisinden daha çok saygı göstermiştir. Yıllarca ayrı düştükten
sonra tekrar vuslata ermiş iki âşık gibi birbirleriyle öylesine kaynaşmışlardır ki artık ayrılmaz
bir hale gelmişlerdir. Nasıl ki Mesnevî'de bu buluşmayı şu mısralarla anlatmaktadır:
Onun yüzünü görünce gül gibi açıldı, sevindi;
vuslatda ayrılık bağlarından kurtuldu, özgür oldu.
Ey canların etrafında döndüğü Hak ankası, dedi,
ok şükür ki o Kaf dağından tekrar geldin!
Ey aşkın, kıyamet meydanının İsrafili!
Ey aşkın aşkı, ey aşkın gönlünün istediği sevgili!
Ey tek güneş! Yüzbinlerce defa seni dinlemek
arzusiyle aklım başımdan gitmişti.
Sence bilinen benim kalp sözlerimi,
hep sağlam akçe gibi kabul eden sendin.


Şems'in rahat ve huzur içinde yaşayabilmesi için evlâtlık gibi evde yetiştirilmiş olan Kimya
adındaki genç ve güzel kızı da Şems'e nikâh etti. Ama bu sefer müritlerle bazı kıskançlar
tekrar harekete geçtiler; dedikoduya, sövüp saymaya başladılar. Eflâkî'nin anlattığına göre
bu ikinci gelişte de tam altı ay yine Şems ile Mevlânâ medresedeki bir hücrede halvete
çekildiler. Güya ki insanlık gereği olan yemek içmek ve başkaca ihtiyaçlardan uzak bir bir
yaşantı sürüyorlardı. Yanlarına yalnız Kuyumcu Selâhaddin ile Sultan Veled'den başka hiç
kimse giremiyordu. Öte tarafta Şems'i sevmeyenler, onu fırsat buldukça küçümsemekten,
hakaretler savurmaktan geri durmuyorlardı. Şems, bu saldırılara bir zaman katlandı, ses
çıkarmadı ama artık dayanılmaz bir hale gelince işi Sultan Veled'e anlattı ve gördüğü
hakaretlerden hayli yakınarak, «Artık bu halkın kötü davranışları yüzünden öyle bir yere
gideceğim ki, hiç kimse izimi tozumu bulamayacak,» dedi. Bu müddet içinde ansızın oradan
kayboldu, ertesi gün Medresesindeki hücresinde dostunu ziyarete gelen Mevlânâ, odasını
bomboş bulunca dayanamadı. Bahar bulutları gibi yaş dökmeye başladı ve hemen Sultan
Veled'in evine koştu. Yüksek sesle, «Kalk Bahaeddin kalk! Ne uyuyorsun? Kalk da şeyhini
aramaya çık! Çünkü canımız yine onun güzel kokusundan yoksun kaldı,» diye feryada
başladı. Bir müddet ondan, o hakikat güneşinden bir haber beklediler. Ama hiç bir yerden
ses çıkmadı. Mevlânâ artık gece gündüz onun ayrılığını terennüm eden şiirler ve gazeller
söylüyor; öte yandan da onu yine Şam taraflarında aramak için yolculuk hazırlıklarına
girişiliyordu. Bazı dostları ve sevdikleriyle beraber Şam'a kadar giderek orada aylarca
Şems' ten bir iz ve haber almak için çırpındılar. Ne yazık ki, hiç bir sonuç elde etmeden eli
boş gönlü kırık Konya'ya döndüler. Bu olay, 645 hicret yılı . içinde bir perşembe gününe
rastlar. Sipehsâlâr Menakibi yazarı Feridun Ahmed diyor ki: «Bu sefer sırasında Mevlânâ şu
gazeli inşad buyurmuştur:
Biz Şam'ın âşığı başı dönmüş sevdalısı ve Şam delisiyiz. Şam sevgilisine can vermiş, gönül
bağlamışız. Rum Ülkesinden Şam tarafına, yârin yurdu olan Şam'a koşuyoruz; onun akşam
karanlığı gibi siyah kâküllerinden Şam'da tazeleniyoruz. Salihliye dağında bir mücevher
madeni var ki, onu aramak için Şam denizinde boğulmuşuz. Eğer Tebriz'in Hak güneşi
Şemseddin oradaysa Şam'ın kulu kölesiyiz; hem de ne mutlu bir kul ve köleyiz.
Şems'in ortadan kaybolması olayı hâlâ bir esrar perdesi arkasında kalmıştır. Eflâkî'nin
anlattığına göre güya Sultan Ve-led şöyle demiştir: «Bir gece Şemseddin halvette Mevlânâ
ile birlikte otururken bir adam dışarıdan Şems'i çağırır. Şems, hemen yerinden fırlar ve
Mevlânâ'ya, 'Beni öldürmek istiyorlar,' der. Bir süre durduktan sonra, 'İyi bilin ki madde ve
mânâ âlemi Allahındır,' diyerek dışarı çıkar. Kapı dışında pusu kurmuş olan yedi kişi bu
fırsattan faydalanarak, hemen bir bıçak
saplarlar.  Şems o sırada  öyle bir nağra  atar ki saldırganların  hepsi  kendinden geçmiş
olarak yere serilirler.   Kendilerine geldikleri zaman da birkaç damla kandan başka hiç bir iz
ve eser göremezler.»
Yukarıdaki hikâye ile Mevlânâ'nın Şam'a giderek Şems'i araması ve Sultan Veled'in
Mesnevîleri'ndeki bilgiler arasında büyük bir çelişki vardır. Eflâkî, eserini Mevlânâ'nın torunu
Ulu Arif Çelebi zamanında yazmıştır. O zamana kadar halkın hayal gücü ile yarattığı bu
efsaneyi doğru sanarak kitabına geçirmiştir. Ama olayın bir de mantık yönü vardır.
Konya'da göz önünde geçen bu acı dramın Mevlânâ'dan aylarca gizlenmesi; onun, Şems'in
peşinden diyar diyar dolaşması, Şam'da aylarca Şemsi araması, biri birini tutmayan


rivayetlerdendir.
Yine Efiâkî'nin anlattığına göre Şems'in kayıplara karış, masından sonra Mevlânâ hiç bir
yerde karar kılmazmış; hep Medresesinde dönüp dolaşır, şu anlamdaki rubaiyi söylermiş:
Senin aşkından her tarafta bir gece uyanıklığı var; gece oldu kâküllerin yine amber saçıyor.
Gönlüm sükûnete kavuşsun diye ezel nakkaşı her tarafa Tebriz? nakşını işliyor.
Şems'in Konya'dan ayrılışından sonra Mevlânâ'nın yazdığı şiir ve gazellerde, onun
öldürülmüş olduğuna dair hiç bir işaret yoktur. Olaydan kırk gün sonra Mevlânâ başındaki
beyaz sarığı atıyor; duman renkli sarık sarıyor ve matem nişanesi olan Yemen hırkası, Hint
ferecîsi giyinerek ömrünün sonuna kadar bu kıyafeti devam ettiriyor.
«Cevahir-ül Esrar» Şems Hakkında Ne Diyor?
Kâşanlı Hüseyin bin Hasan, Mesnevi Şerhi başlangıcında bize Şems hakkında şu
tamamlayıcı bilgileri vermektedir:
«Şeyh Şemseddin-i Tebrizî, ticaret maksadıyle bir çok şehirleri dolaştıktan ve bir çok gönül
ehli erenleri ziyaretten sonra, Dest tarafından Türkistan'a gitti. Yolda bir soyguncu
sürüsünün saldırısına uğradı. Sonra Baba KemaLi Cendi'nin tekkesine sığındı. Baba Kemal
ona halvet ve çile geçirmek üzere bir hücre verdi. O sırada bir raslantı eseri olarak Lemeât
sahibi İbrahim Fahreddin Irakî (ölümü 688 H.)de, mürşidi Moltanlı Zekeriya'mn tavsiyesi ile
Baba Kemal'in tekkesine gelmişti. Baba Kemal, onu da çileye oturttu. İbrahim Fahreddin,
her günkü doğuşlarını şiirlerle, gazellerle ifade ediyordu; bunları besteleyerek şeyhine
sunuyordu. Fakat Şemseddin duygularını onun gibi açıklayamıyordu. Bir gün, Şeyhi, «Oğlum
Şemseddin, sen de Fahreddin gibi çilede duyduğun ilâhî sırlardan birşeyler anlatamaz
mısın?» dedi. Şemseddin, şu cevabı verdi: «Ben, ondan daha çok müşâhade ve tecellilere
şahit oluyorum. Ama o bu işte gerekli terimlere ve bilgilere âşinâ olduğu için duygularını
uygun sözler ve deyimlerle anlatabiliyor; bazı sırları açıkça terennüm edebiliyor. Fakat
bende bu cihet eksiktir.» Bu cevab üzerine Baba Kemal, «Allah sana öyle bir sohbet
arkadaşı verecektir ki, o ilk ve son hakikatleri senin adına dile getirecektir.»
Şu rivayete göre Lemeât sahibi ibrahim Fahreddin İrakî ile Şems'in, Kübrevîye kolunun
kurucusu meşhur Necmeddin-i Kübrâ'nın halifelerinden Cendli Baba Kemal'den feyz aldıkları
anlaşılmaktadır. Tezkerelerin anlattıklarına göre ibrahim Fahreddin, ilk zamanlarda
Hindistan'a gitmiş, Mollan şehrinde yerleşmiş orada Şeyh Şahabeddîn Sühreverdî'nin müridi
ve daha sonra onun damadı olmuştur. Fakat son zamanlarda Hindistan'dan hacca gitmek
maksadıyle ayrılmış; dönüşte Şam'da bir müddet kaldıktan sonra Konya'ya gelerek Şeyh
Sadreddin'le görüşmüş ama Konya'da iken Şeyh Şemseddin'le görüşmek fırsatını
bulamamıştır.
İranlı çağdaş yazarlardan Nimetullah Kadi'nin araştırmalarına göre Şemseddin henüz
delikanlılık yaşlarında evini barkını terk ederek Tebriz'den ayrılmış, bir tesadüfle Zencan
halkından pîr Rükneddin-i Secasî'nin dergâhına gitmiş, onun derviş ve müritleri arasına
girmiştir. Orada yıllarca manevî sahada ilerledikten sonra Şeyh Fahreddin İrakî'nin ününü
duymuş onun şu anlamdaki gazelini işitince, Fahreddin'e karşı büyük bir ilgi göstermiştir:
Bardağa dolan ilk şarabı sakinin sarhoş gözlerinden ödünç aldılar. Âlemin neresinde bir
gönül derdi varsa,
onları bir araya topladılar adına aşk dediler.
Diyelim ki âşıklar kendi sırlarını açıkladılar.


Ama İraki'nin adını niçin kötüye çıkardılar?
Şems, bu gazeli gece gündüz dilinden düşürmez, bunu okumaktan pek hoşlanır, okudukça
durmadan duygulanır, yaş dökermiş. Şems'in yanıp yakılmasını, Şeyh Rükneddin görünce
çok içlenmiş, müridinin alnından öperek, «Sevgili evlâdım, sen artık dilediğin mertebeyi
buldun,» demiş.
Yukardaki hikâyeyi Molla Cami, Fahreddin-i İrakî hakkında anlatır. Güya Şeyh Zekeriya
Moltanî onu çileye sokar, on gün sonra Fahreddin'e bir coşkunluk hali gelir ve o coşkunluk
haliyle yukarıda anlattığımız gazeli yazarak yüksek sesle okumaya başlar, hep ağlar gezer;
Dergâhtaki dervişler bu hali tekke kurallarına, dervişlik geleneklerine aykırı görür, Şeyhe
şikâyet ederler. Şeyh, onlara şu cevabı verir: «Fahreddin'in yaptığı şeyler size yasaktır ama
ona yasak değildir.»
Hikâyenin gerçek yönüne gelince Fahreddin İrakî'nin ilk gençlik ve dervişlik çağlarında,
Şems oldukça ileri bir yaşta idi. Büyük bir ihtimale göre Halep, Şam ve Anadolu taraflarında
yaşıyordu. Öte yandan, Fahreddin de Hindistan'da yerleşmişti. Onun şiirlerinin, o derece
hudutlar ötesi bir şöhretle yaygınlaşarak Bağdat'ta Şeyh Rükneddin'in Dergâhına kadar
ulaşması biraz şüpheli olsa gerektir. Hele o zamanın koşullarına göre Şems'in bunları
öğrenip gece gündüz sayıklaması yolundaki masal ciddî sayılamaz.
Şemseddinin Tarikat Bağlantısı
Eflâkî, Ariflerin Menkıbeleri'nde, Şemseddin'in Mevlânâ Celâleddin'e intisap ettiğini, onun
müridi olduğunu söyler ve aşağıdaki tarikat zincirini şöyle sıralar:
«Hazreti Ali, Hasan-ı Basrî'yi; Hasan-ı Basrî, Habib-i Acemiyî; o, Davud-u Taî'yi; Davud,
Maruf-u Kerhî'yi; Maruf, Serî-i Sakatî'yi; o, Cüneyd-i Bağdadî'yi; o, Şiblî'yl; o, Muhammed
Zeccac'ı; o, Ebûbekr Nessacı; o, Ahmed Gazalî'yi; o, Ahmed Hatibî'yi; o, Şemsül Eimme
Serahsi'yi ve o, Sultan'ül-ulemâ Bahaeddin Veled'i; Bahaeddin Veled, Seyyid Burhaneddin
Tirmizî'yi; o da, Mevlânâ Celâleddin'i; o da, Şemseddin-i Tebrizî'yi; Tebrizî de, Sultan Veled'i
irşad etmiştir. Oysa bütün tezkere yazarlarının anlattıklarına ve Mevlânâ'nın Şems'i öven
kaside, gazel ve şiirlerindeki açıklamalarına göre asıl Mevlânâ Celâleddin'in, Şems-i
Tebrizî'ye mürid olduğu neticesine varılmaktadır. Bu da, Eflâkî'nin sözleriyle çelişmektedir.
Nasıl ki, onun şu anlamdaki gazeli de, buna bir delildir:
Eğer bizim gecemiz gündüzümüz Şemseddin'in aşkı ile geçmeseydi, bize sebepler âleminin
her türlü tuzağından kurtulmak nasıl mümkün olurdu.
Onun aşkının parlaklığı bize kudret ve tahammül vermeseydi arzularımızın ateşi takatimizi
mahvederdi.
Onun aşkının okşayışları, sevgisinin güzellikleri bizi kurtardı; bütün ıstırap ve belâlardan
onun sayesinde uzak kaldık,.
Bu hakkın ne mutlu kimyasıdır ki, onun canındaki şefkat bize aynı zevk ve rahat olmuştur;
bütün zorluklarda bize yardımcı olmuştur.
Allahsal inayetler, yardımlar, o şahın hizmeti İçindir; ondan filizlendi o; edep kaynağından
bize varlık verdi.
Onun lütfuyle sürahilerin dolandığı mecliste canımız ve gönlümüz, neşeden ağır başlı, hafif
ruhlu olur.
Tebriz ülkesi taraflarında bir bengi su pınarı var ki, gönülleri hep o tarafa çeker; biz
istemesek bile Hızır gibi bizi hep o pınara çağırır.


Yukarıda da işaret ettiğimiz gibi Şemseddin, ilk çocukluk ve gençlik çağlarında önce
Ebûbekr Sellebâfa mürid olmuştu. Eflâkî'nin yazdığına göre de, onun terbiyesi sayesinde
velîlik mertebesine yükselmişti. Nasıl ki Konuşmalar'da da
şöyle demektedir:  «O Şeyh Ebubekr'in sarhoşluğu, Allahdan idi. Fakat o sarhoşluktan sonra
gelmesi gereken ayıklık onda yoktu.»
Bu o demektir ki, Ebubekr'in manevî coşkunluğun verdiği ilâhî sarhoşluktan (sekir halinden)
sonra tekrar sahiv yani ayıklık haline dönmesi daha başka deyimle telvin yani kararsızlık
mertebesinden temkin mertebesine geçip sükûn bulması mümkün olmuyordu. Bu yüzden
Şemseddin'i başka pîrlerin terbiyesine havale etmiş ve bu sebeptendir ki onu zamanenin
büyük mürşitlerinden Rükneddin Muhammed Secasî'nin Dergâhına tavsiye etmiştir. Bu
Rükneddin, çağdaş pirlerden Kirmanlı Evhaduddin ile Tebrizli Şeyh Şahabeddin Mahmud'un
da üstadıdır. Bağdat'ta Rıbatı Derece denilen bir tekkesi vardı. Şemsin Suriye, Şam ve
Bağdat yolculukları sırasında bu Dergâhta bir zaman kaldığı ve gerekli olgunlaşma devresini
burada yaptığı sanılmaktadır. Rükneddin Secasî'nin ölüm tarihi kesin olarak
bilinmemekteyse de, Şeddülizar müellifinin verdiği bilgiye göre 606 hicret yılında hayatta
olduğu anlaşılmaktadır. Yukarıdaki açıklamalara göre Şemseddin'in tarikat silsilesinin,
Rükneddin'den başlayarak geriye doğru Kutbeddin Ebu Reşid, Ahmed Bin Ebû Abdullah
Ebherî, Ziyaeddin Ebunnecip Abdul Kahir Sühreverdî'ye; ondan da, Ahmed Gazalî'ye;
ondan. Tuşlu Ebûbekr Nessac'a; ondan, Ebul Kasım Bin Abdullah Gürgânî'ye; ondan, Ebû
Osman Sait Bin Selâmi Mağribî'ye; ondan, Ebû Ali Hasan Bin Ahmed Kâtib'e; ondan, Ebû
Ali Rubarî'ye; ondan, Ebul Kasım Cüneyd Bin Muhammed Nehâvendî'ye (Bağdadî); ondan,
Serî.i Sakatî'ye; ondan Maruf-u Kerhî'ye; ondan, İmam Musa Rıza'nın oğlu Ali'ye
dayanmaktadır.
Üstad Ahmed Hoşnuvis şöyle diyor: «Merhum üstadım Füruzan Fer, Makamat-ı Evhadî adlı
kitabının başlangıcında, yukarıda adı geçen pîrlerden Kutbeddin Ahmed-i Ebherî'nin (500-
577), Ebul Necip Abdulkadir Sühreverdî'nin halifesi olduğunu kaydetmekte ise de, bu doğru
değildir. Çünkü bütün tezkereciler, Kübreviye kolunun büyük mürşitlerinden Bitlisli Ammar
bin Yâsir'in, Sühreverdî'nin makamına geçmiş olduğunu kaydederler. Ammar'ın ölümü 582
yılında olduğuna göre bu cihet gerçeğe daha yakındır. Nasıl ki, Şeyh kendi elyazısıyle
nisbetini şöyle anlatır: Ben şeyhimiz Ammar biri Yâsir'in sohbetine eriştim; o, Ebul Necip
Sühreverdî'nin; o, şeyh Ebul Kasım Gürgânî'nin; o, Ebû Osman Mağribî'nin; o, Ebû Ali
Kâtib' in; o, Ebû Ali Rubârî'nin; o, Cüneyd-i Bağdadî'nin; o, SerîJ Sakatî'nin; o, Maruf-u
Telhî'nin; o, Dâvud-u Taî'nin; o, Habib-i Acemî'nin; o, Hasan Basrînin; o, Hazreti Ali bin Ebi
Talib'in; o da Hazreti Muhammed'in (S.A.) sohbetinden feyz almıştır.» Evsafu'l -mukarrebin
adlı eserin müellifi Ağa Mirza Ah-med'in verdiği şu bilgi de önemlidir: «Mesnevî sahibi
Mevlânâ Celâleddin Rumi'nin tarikat bağlantısı, Şemseddin-i Tebrizî ara-cılığıyle, Baba
Kemal Cendi'ye ondan da büyük mürşid Nec_ meddin Kübrâ'ya ulaşır» Şu hale göre,
Cevahirü'l Esrar sahibi Kemaleddin Hüseyin Harezmî'nin kaydettiği gibi, Mevlânâ Celâleddin
Rumî'nin tarikat nisbeti iki yoldan, meşhur Kübreviye şubesinin Altın Zincir (Silsiletü'z-zehep)
diye anılan koluna bağlanmakta ve şeyh Necmeddin-i Kübrâ'ya ulaşmaktadır. Birinci yoldan,
Sultanü'l ulemâ aracılığı ile (çünkü o, Necmeddin-i Kübrâ'dan feyz almış, onun himmet ve
terbiyesiyle yüce manevî derecelere yükselmiştir) bu ilişki sağlanır. Necmeddin-i Kübra da
yukarıda adı geçen Bitlisli Amman Yâsir'in; o, Ebul Necip Sühreverdî'nin; o da, Şeyh Ahmed


Gazalî'nin; o, Ebûbekr Nes-sac'ın; o da, Şeyh Ebul Kasım Gürgânî'nin; o, Ebû Ali Kâtib'in;
o, Ebû Ali Rubârî'nin; o, Ebû Osman Mağribî'nin; o, Cüneyd'in; o, Serî-i Sakatî'nin; o,
Maruf-u Kerhî'nin; o da, Risale-i Kuşeyriye'nin verdiği bilgiye göre İmam Ali bin Musa
Rıza'nın yetiştirmesidir.
Mevlânâ, ikinci yoldan da, Şems-i Tebrizî aracılığı ile Baba Kemal Cendî'ye; ondan da,
tekrar Şeyh Necmeddin-i Kübrâ'ya bağlanmaktadır.
Şems'in Son Günleri
Şems'in büyük tarikat ve tasavvuf erenleri arasındaki mevki ve derecesini yukarıda adları
geçen kaynakların ışığı altında belirttikten sonra bir de onun kayboluşu ve ölümü üzerindeki
esrar perdesini açmaya çalışalım.
Şems'in, Konya'ya ikinci gelişinde Mevlânâ'nın, onu daha iyi bir rahat ve huzur içinde
yaşatmak için, Kimya adındaki kızla evlendirdiğini; onunla zaman zaman anlaşmazlıklara,
dargınlıklara yol açan, bir geçimsizlik devresi geçirdiğini biliyoruz. Konuşmalar'da bu
anlaşmazlıklardan acı acı şikâyet etmektedir. Ferudun Ahmed Sipehsâlâr'ın anlattığına göre
bu geçimsizliğe âmil olanların başında Mevlânâ'nın ikinci oğlu Alâeddin gelmektedir.
Alâeddin, Şems ile Kimya'nın özel harem dairelerine teklifsizce ve hiç bir izin almadan girer
çıkar ve bu yüzden Şems'in haklı ihtarlarına uğrarmış. Gerek gördüğü bu hakaretlerden,
gerek daha önce Kimya'ya gizli bir ilgi beslediği sanılan genç Alâeddin'in Şems'i bir düşman,
bir engel gibi görmesinden dolayı araları çok açılmış. Şems, bunu Mevlânâ'ya sezdirmemek
için çok tahammül göstermiş fakat son zamanlarda bardağı taşıran bazı olaylar olmuş.
Şems'in ortadan kayboluşu hadisesinde onu yok etmek isteyen bir güruhun
başında Alâeddin Çelebi'nin bulunduğundan bahseden bazı tezkereciler, şüphe yok ki
sonradan uydurulan komplo masallarının tesiri altında kalmışlardır.
Şems'in kayıplara karışmasından bir müddet sonra Kimya, derd-i gerden (boyun ağrısı)
hastalığından ölmüş. Alâeddin Çelebi de sayılı müderrislerinden iken genç yaşta hayata
gözlerini yummuştur. Aziz arkadaşım Prof. Ferudun Nafiz Uzluk'un himmetiyle bastırılan
Mektûbât-ı Mevlânâ'da, Hazreti Pîr'den zamane kadısına bir mektup görüyoruz. Bu
mektupta, Fahru'l Müderrisin yani Müderrislerin Kıvancı Alâeddin'in terekesinin mirasçıları
arasında taksimi istenmekte ve Alâeddin hakkında hiç bir küskünlük eseri sezilmemektedir.
Şems-i Tebrizî'ye gelince, onun Konya'dan tekrar Şam'a döndüğü, oradan Tebriz'e gittiği ve
Tebriz'de Hakkın rahmetine kavuşarak Geçil Kabristanı'na gömüldüğü, değerli
bilginlerimizden merhum mütercim Asım Efendinin araştırmalarından anlaşılmaktadır.
Şimdilik sözlerimize burada son verirken beşeriyet icabı bazı hatalarımız varsa
bağışlanmasını, düzeltilmesini sayın okurlarımızın yüksek müsamahasından bekler, ulu
Allahdan başarılar dilerim.
12/12/1973,     Ağın
Mehmed Nuri GENÇOSMAN
 

Yüklə 1,71 Mb.

Dostları ilə paylaş:
  1   2




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©www.azkurs.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin