Yavaş yavaş,
isteksiz bir şekilde, yürümeye
devam ettim. Öğleden sonrasının ılıklığına
rağmen içime bir ürperti geldi. Garip bir
tedirginlik, garip bir duygu içerisinde olduğumu
fark ettim. Yürüyüşümü hızlandırıp, nereden
kaynaklandığını bulamadığım bu duyguyu
üzerimden atmaya çalıştım. Sonunda kendimi
yine, o dumanı tüten deliğe, bükülmüş metale,
yerdeki o büyük yara izine bakarken buldum.
Yıkımdan kurtulmuş bir binanın duvarına
yaslanıp, çukurun içine baktım. Yıkılmakta olan
kuleden dışarı fırlayan insanları ve onlara
yardım etmek için içeriye giren itfaiyecileri
düşündüm. Yukarıdan atlayan insanları, onların
hissettiği ümitsizliği düşünmeye çalıştım. Ama
bunların hiçbirini gözümün önüne getiremedim.
Onun
yerine
Usame
bin
Ladin’i
ABD
hükümetiyle anlaşma yapmış bir danışmanlık
şirketi için çalışan bir adamdan, para ve
milyonlarca dolarlık silah alırken gördüm. Sonra
kendimi ekranı boş bir bilgisayarın önünde
otururken gördüm.
Bakışlarımı Sıfır Noktası’ndan, yangından
kurtulan ve artık normale dönmeye başlayan
New York sokaklarına çevirdim. Bugün o
sokaklarda yürüyen insanların, tüm bunlar
hakkında (sadece yıkılan kuleler değil, aynı
zamanda mahvolan nar çiftlikleri ve her gün
açlıktan ölen 24 bin insanla da ilgili olarak) ne
düşündüğünü merak ediyordum. Kendilerini
işlerinden ve benzin içen arabalarından ve faiz
ödemelerinden kopartıp, çocuklarına bırakmakta
oldukları dünyaya kendi katkılarını düşünmeye
bir süre ayırıp ayırmadıklarını ya da böyle
şeyleri hiç düşünüp düşünmediklerini merak
ediyordum. Afganistan (ABD silahlı kuvvetler
çadırları ve tanklarıyla dolu televizyondaki
Afganistan değil, o ihtiyar adamın Afganistan’ı)
hakkında ne bildiklerini merak ediyordum. Ve
her gün ölen o 24 bin kişinin neler düşündüğünü
merak ediyordum.
Ve sonra kendimi yine boş bir bilgisayar
ekranının önünde otururken gördüm.
Dikkatimi Sıfır Noktası’na çevirdim. Şu anda
kesin olan bir şey vardı: Ülkem intikam
peşindeydi ve Afganistan gibi ülkeler üzerine
odaklanıyordu. Ben de, insanların şirketlerimiz,
askerlerimiz,
politikamız
ve
küresel
imparatorluğa
gidişimizden
nefret
edilen
dünyadaki diğer tüm yerleri düşünüyordum.
Merak
ediyordum,
Panama,
Ekvador,
Endonezya, İran, Guatemala ve Afrika’nın
çoğuna ne olacaktı?
Kendimi yaslanmakta olduğum duvardan itip,
uzaklaşmaya başladım. Kısa boylu bir adam bir
gazeteyi
havada
sallıyor
ve
İspanyolca
bağırıyordu. Durdum.
“Venezuela
ihtilalin
eşiğinde!”
diye
bağırıyordu, trafiğin, kornaların ve kalabalığın
sesini bastırarak.
Gazeteyi alıp, bir süre orada, ana haberi
inceleyerek durdum. Venezuela’nın demokratik
bir şekilde seçilmiş ve ABD karşıtı başkanı
Hugo Chávez ile ABD politikalarının Latin
Amerika’da uyandırdığı nefret duygusuyla ile
ilgiliydi.